ANA SAYFA

YUKARI
Yazdır Tümünü Göster
Belgenin tamamı için programı satın almanız gerekmektedir.
+90 (555) 801 30 49
+90 (242) 248 23 55
+90 (212) 654 88 15
+90 (312) 231 81 36
+90 (242) 248 23 32
4721
Türk Medeni Kanunu
(MK.)

08.12.2001
24607
Kabul Tarihi 22.11.2001
4721
Türk Medeni Kanunu
Genel Gerekçesi

Türk hukuk devriminin temel taşlarının en büyüğü olarak nitelendirilebilecek olan "Türk Kanunu Medenîsi", Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilmiş, 4 Nisan 1926 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanmış ve Borçlar Kanunu ile birlikte 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Türk Kanunu Medenisinin ve onun yerini alacak olan Yeni Türk Medeni Kanununun amacını ve işlevini iyice kavrayabilmek, özellikle Türk Ulusu için arzettiği önemi belirtmek üzere, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt imzasını taşıyan ve o günün diliyle ve mükemmel bir üslupla kaleme alınmış olan gerekçenin yeni kuşakların anlayabileceği şekilde sadeleştirilmiş hâlinden özetle aşağıya alınmıştır.

    "Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin tevdin edilmiş bir Medenî Kanunu yoktur. Yalnız, sözleşmelerin küçük bir kısmına değinebilen Mecelle vardır. 1851 maddedir. 20 Nisan 1869 tarihinde yazılmaya başlanmış ve 16 Ağustos 1876 tarihinde tamamlanarak yürürlüğe konulmuştur. Denilebilir ki: bu kanunun günümüz ihtiyaçlarına uyan ancak 300 maddesidir. Geriye kalanı Ülkemizin ihtiyaçlarını ifade edemeyecek kadar ilkel bir takım kurallardan oluştuğundan uygulanamamaktadır....

    Ulusal toplum yaşamının düzenleyicisi olan ve yalnız ondan esinlenilmesi gereken tedvin edilmiş bir medenî kanundan Türkiye Cumhuriyeti'nin yoksun kalması ne yüzyılımızın uygarlığının gerekleriyle ne de Türk devriminin hedeflediği anlam ve kavramla bağdaştırılabilir. Yüzyılımızın devletini ilkel siyasal kuruluşlardan ayıran niteliklerin birisi de, toplumun kaderine uygulanan kanunların akılcı bir zihniyetle hazırlanıp tedvin edilerek konulmasıdır. Göçebe dönemlerde hükümler tedvin edilmiş değildir. Hâkim gelenek ve göreneklere dayanarak hüküm verir. Mecelle'nin anılan 300 maddesi bir yana bırakılmak koşulu ile Medenî Kanun içine giren sorunları çözmek için Türkiye Cumhuriyeti Hâkimleri derme çatma eski hukuk kitaplarından ve din esaslarından çıkartılan bilgilerle yargı işini görmektedirler. Türk Hâkimi hükümlerinde belli bir içtihat, bir söz ve bir esasla bağlı değildir. Bundan dolayı herhangi bir sorunu çözmek için Ülkemizin bir yerinde verilen bir hüküm ile aynı koşullar altında doğan aynı sorunda diğer bir yerde verilen hükümler ekseriya birbirinden farklı ve çelişkili bulunmaktadır. Sonuç olarak Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ fıkıh kurallarına bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk adaletinin bu karışıklıktan, yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medenî Kanununun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorunlu kılmıştır. Bu amaçla hazırlanan Türk Medenî Kanunu, medenî kanunlar içinde en yeni, en eksiksiz ve halkçı olan İsviçre Medenî Kanunundan alınmıştır. Bu görevi Adalet Bakanlığı tarafından verilen direktifler içinde Ülkemizin seçkin uzman hukukçularından oluşan özel bir komisyon yerine getirmiştir.

    Yüzyılımızın uygarlık ailesine mensup olan ulusların ihtiyaçları arasında esaslı bir fark yoktur. Toplumsal ve ekonomik sürekli ilişkiler insanlığın büyük bir uygar bölümünü bir aile durumuna getirmiştir ve getirmektedir. İlkeleri yabancı bir ülkeden alınmış olan Türk Medenî Kanunu Tasarısının yürürlüğe konulmasından sonra yurdumuzun ihtiyaçları ile bağdaşmayacağı savı geçerli görülmemiştir. Özellikle İsviçre Devleti'nin çeşitli tarih ve geleneklere mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını içerdiği bilinmektedir. Bu kadar, hattâ kültür bakımından bile birbirinden farklı bir ortamda uygulanma esnekliğini gösteren bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından aynı ırka sahip bir devlette uygulanma yeteneğini bulabilmesi kuşkusuz görülmüştür. Bundan başka, uygar bir ulusun gelişmiş, ileri bir kanunun Türkiye Cumhuriyetinde uygulanma ortamı bulamayacağı düşüncesi sakat görülmüştür. Bu tez, Türk ulusunun uygarlık yeteneğine sahip bulunmadığını belirten bir mantık dizisine varılmasıyla sonuçlanabilir. Halbuki olayların gerçeği, durum ve tarih bu savın tamamen tersidir. Türk yenileşme tarihi tanık tutularak denilebilir ki: Türk ulusu yüzyılımızın gereklerine uygun olarak vücuda getirilen kabul edilebilir ve sağlam ve akıl ve zekâ ile yoğrulmuş yeniliklerden hiçbirine karşı çıkmamıştır. Bütün bir yenileşme tarihimiz sürecinde kamunun yararı düşüncesiyle vücuda getirilen yeniliklerle yalnız çıkarları bozulmuş olan gruplar mücadele etmek durumunda kalmışlar ve halkı din adına, yanlış ve geçersiz inançlar adına kandırıp düzensizliğe sürüklemişlerdir. Unutmamak gerektir ki Türk ulusunun kararı çağdaş uygarlığı kayıtsız ve koşulsuz bütün ilkeleri ile kabul etmektir. Bunun en açık ve canlı kanıtı devrimimizin kendisidir. Çağdaş uygarlığın Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa bu, Türk ulusunun beceri ve yeteneğindeki eksiklikten değil, onu gereksiz bir biçimde sarıp sarmalamış ortaçağ örgütü ve dinsel bazı düzenlemeler ve kurumlardandır.

    Gerçekten çağdaş uygarlıkla Mecelle hükümleri kuşkusuz bağdaşamaz. Fakat Mecelle ve buna benzer diğer düzenlemeler ile Türk yaşamının uyuşmadığı da açıktır. Adalet Bakanlığı en yeni ve en gelişmiş olan İsviçre Medenî Kanununu ulusumuzun şimdiye kadar bağlı kalan geniş zekâ ve yeteneğini doyuracak ve ona gerçek bir yarış yeri ve alan olabilecek bir uygarlık yapıtı olarak görmektedir. Bu Kanunda ulusumuzun duygularına ters düşecek hiç bir nokta düşünmemektedir.

    Şu yanı da belirtmek gerektir ki: çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak kararında olan bir ulus için bu şarttır. Hazırlanan Tasarı bu gereklerin önemli bölümlerini içermektedir. Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası, insanlığın en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. Hiç bir uygar ulus böyle bir inanç çevresinde kalmamış ve yaşamın gereklerine uygun hareketle zaman zaman kendini bağlayan gelenek ve görenekleri yıkmakta duraklamamıştır. (Gerçekler karşısında babalardan ve atalardan gelen inançlara her ne olursa olsun bağlı kalmak akıl ve zekâ gereklerinden değildir). Aslında devrimler bu konuda en etkili bir araç olarak kullanılmışlardır....

    Yüzyılımızın uygar uluslara tanıdığı bütün hukuku uygarlık dünyasından kayıtsız koşulsuz isterken, bu hukukun yerine getirilmesi gereken uygarlık görevlerini de Türk ulusu kendi eliyle kendisine yüklemiş bulunuyor. Bu kanun tasarısının anlamlarından birisi de budur.

    Türk ulusunun yüksek temsilcisi olan büyük Meclis'in uygun bulunmasına ve onayına sunulan Türk Medenî Kanunu Tasarısı yürürlüğe konulduğu gün ulusumuz on üç yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır."

İşte bu gerekçe ile kabul edilmiş olan ve Türk hukuk hayatında fevkalâde önemli bir yeri ve işlevi olan Türk Kanunu Medenîsi -kısaca Medenî Kanun- yürürlükte bulunduğu 74 yıllık uygulama sürecinde, ilki 1938 yılında olmak üzere çeşitli tarihlerde pek çok değişiklikler geçirmiştir.

Canlı varlıkların, organizmaların zamanla yaşlanması ve beklenen performansı göstermekten yavaş yavaş uzaklaşması gibi, sosyal varlıklar olan kanunlar da zamanla yaşlanmakta ve günün ihtiyaçlarına gereği gibi cevap vermekte zorlanmaktadırlar. Bu sebepledir ki kanunların, özellikle Medenî Kanun, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu ve Usul Kanunları gibi temel kanunların belli bir süre geçtikten sonra baştan aşağıya yeniden gözden geçirilmesi ve yaşanan çağın ve gelişen teknolojinin ihtiyaçlarına cevap verebilir hâle getirilmesi kaçınılmazdır. Nitekim son yıllarda Almanya ve İsviçre'de bu yola gidilmiş, Alman Medenî Kanunu (BGB) ve Medenî Kanunumuzun kaynağını oluşturan İsviçre Medenî Kanununda (ZGB) yapılan köklü değişikliklerle bazı kurumlar geliştirilerek yeni sosyal görüşlere ve ihtiyaçlara cevap verebilir duruma getirilmişlerdir.

Türk Medenî Kanununun bu gelişmelerden uzak kalması düşünülemeyeceğinden, Adalet Bakanlığı, yürürlükteki Kanunu baştan sona gözden geçirmek ve günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir tasarı hazırlamak üzere bilim adamları ve uygulayıcılardan oluşan bir "Medenî Kanun Komisyonu"nun kurulmasına karar vermiştir.

Oluşturulan Medeni Kanun Komisyonu, 4 yıl gibi oldukça uzun sayılabilecek bir sürede hazırladığı "Türk Medenî Kanunu Tasarısı"nda yürürlükteki Türk Kanunu Medenîsinin genel yapısını ve sistematiğinin bozulmamasına gayret göstermiş ve böylece, bazı küçük değişiklikler dışında mevcut yapı ve sistematik aynen korunmuştur.

Gerçekten Tasarı, aynen yürürlükteki Kanunda olduğu üzere, "Başlangıç" ile "Kişiler Hukuku" başlığını taşıyan Birinci Kitap, "Aile Hukuku" başlığını taşıyan İkinci Kitap, "Miras Hukuku" başlığını taşıyan Üçüncü Kitap ve "Eşya Hukuku" başlığını taşıyan Dördüncü Kitap olmak üzere dört kitaptan oluşmaktadır. Kitaplar "kısımlara", kısımlar "bölümlere", bölümler de "ayırımlara" ayrılmıştır. Kitapların olduğu gibi, bölümlerin ve ayırımların da başlıkları vardır. Ancak, bölümlere numara verilirken yürürlükteki Kanundan farklı bir yol izlenmiştir. Yürürlükteki Kanun bölümlerin numaralarını her kısım içinde ayrı ayrı vermemiş, sonuna kadar devam ettirmiş, böylece de "yirmibeş" bölümden (Bab'tan) oluşmuştur. Oysa Tasarıda her kısıma ait bölümlere yeni baştan numara verilmiş, böylece o kısmın kaç bölümden oluştuğu belirtilmek istenmiştir. Örneğin Aile Hukuku Kitabının Birinci Kısmı olan "Evlilik Hukuku" dört bölümden oluşmuş, onu izleyen ve "Hısımlık" başlığını taşıyan İkinci Kısmın ilk bölümü “Beşinci Bölüm” şeklinde değil fakat "Birinci Bölüm" olarak isimlendirilmiştir. Oysa aynı bölüm yürürlükteki Kanunda "Yedinci Bab (Bölüm) olarak numaralandırılmıştır. Her kısmın ilk bölümünün baştan beri gelen numarayı izleyeceği yerde, tekrar birden başlayarak numaralandırılması, sistematiğe daha uygun görülmüştür. Böylece her kısma ait bölümler bir bütün olarak ele alınmış olmaktadır.

Alışılmış olması bakımından yürürlükteki Kanunun madde numaralarının aynen korunması, yeni maddelere a, b, c gibi harfler verilmesi düşünülmüş ise de, zorunluluk karşısında bu düşüncenin gerçekleştirilmesi maalesef mümkün olamamıştır. Böylece madde numaralarında da yürürlükteki Kanundan ayrılınmak zorunda kalınmıştır. Çünkü yürürlükteki Kanun 937 maddeden oluştuğu hâlde, Tasarı 1027 esas madde ile yürürlüğe ait 3 maddeden oluşmaktadır. Tasarıya eklenen yeni maddeler o kadar çoktur ki, neredeyse alfabenin harfleri bunları belirtmeye yetmeyecektir. Kaldı ki, yürürlükteki Kanunun pek çok maddesi Tasarıya alınmayarak yürürlükten kaldırıldığı için, metinde bir hayli boş madde kalmaktadır. Bu sakıncalar dikkate alınarak madde numaralarının yeni baştan birbirini izler biçimde düzenlenmesi yoluna gitmek zorunlu olmuştur.

Komisyonu bu yolu seçmeye yönelten bir diğer sebep de, Tasarının Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmesindeki yöntemle ilgilidir. Tasarı yürürlükteki Kanunun bazı maddelerinin değiştirilmesi, Kanuna bazı yeni maddeler eklenmesi şeklinde düzenlenecek olursa, Tasarının tamamının görüşülerek oylanması mümkün olmayacak, her madde tek tek görüşülerek oya sunulacaktır. Bu ise yapılacak çeşitli değişiklik önerileriyle Tasarının bütünlüğünü ve sistematiğini bozabilecektir.

Maddelerin konu ve kenar başlıkları yürürlükteki Kanunda olduğu gibi aynen korunmuştur. Ancak madde metinleri kaynak İsviçre Medenî Kanununa uydurulmak ve ifadeler günümüzde geçerli Türkçeye uygun şekilde arılaştırılmak suretiyle maddelerin daha kolay anlaşılır hâle gelmesi sağlanmıştır.

Tasarı hazırlanırken Adalet Bakanlığının daha önce oluşturduğu komisyonlar tarafından hazırlanarak Bakanlıkça 1971 ve 1984 tarihlerinde yayımlanmış bulunan iki Öntasarı ile kaynak İsviçre Medenî Kanunu, Alman Medenî Kanunu, Fransız Medenî Kanunu ve kısmen de İtalyan Medenî Kanunundan yararlanılmıştır. Ayrıca gerek İsviçre gerek Türk doktrin ve yargı içtihatlarında ileri sürülen görüşler ile sayılan ülkelerdeki gelişmeler de gözden geçirilmiş ve bunlar olanak bulunduğu ölçüde maddelere yansıtılmıştır. Böylece yürürlükteki Kanundan farklı pek çok yeni hükümleri içeren, özellikle kadın-erkek eşitliğine her alanda yer veren çağdaş bir Tasarı ortaya çıkarılmıştır.

  1. ŞEKLE VE İFADEYE İLİŞKİN YENİLİKLER

    Yukarıda da açıklandığı üzere Tasarıda yürürlükteki Kanunun bölüm ve madde numaralarından ayrılınmış, bölüm ve maddelere birbirini izleyen yeni numaralar verilmiştir.

    Tasarıda kullanılan dil oldukça arılaştırılmış, yürürlükteki Kanunun günümüzde geçerli olan dile oranla eskimiş olan ifadeleri kolay anlaşılabilir bir ifadeye dönüştürülmüştür. Daha önceki Öntasarıda olduğu gibi bu Tasarıda da genellikle Anayasada kullanılan dil esas alınmıştır.

    Tasarıda kullanılan kavram, deyim ve terimler olanak bulunduğu ölçüde arılaştırılmış ve Tasarının tümünde "terim birliği"nin sağlanmasına büyük çaba harcanmıştır. Bir çok kavram, deyim ve terim günümüzde yerleşmiş olan yeni karşılıkları ile değiştirilmiştir. Ancak, bütün uğraşılara karşın bazı kavram, deyim ve terimlere uygun arı Türkçe karşılık bulunamamış, bunları aynen kullanmak zorunda kalınmıştır.

    1. Yenileştirilen kavram, deyim ve terimler

      Hüsnüniyet (objektif)=Dürüst davranma; Hüsnüniyet (sübjektif)=İyiniyet, Beyyine külfeti=İspat yükü; Nısfet=Hakkaniyet; Şahıs=Kişi; Şahsiyet=Kişilik; Şahsın Hukuku=Kişiler Hukuku; Medenî haklardan istifade=Hak ehliyeti; Medenî hakları kullanma=Fiil ehliyeti; Temyiz kudreti=Ayırt etme gücü; Rüşt=Erginlik; Reşit=Ergin; Kazaî rüşt=Ergin kılınma; Mahcur=Kısıtlı; Hacir=Kısıtlama; İvazsız iktisap=Karşılıksız kazanma; Şahsa merbut haklar=Kişiye sıkı sıkıya bağlı haklar; Kanunî mümessil=Yasal temsilci; Usul=Üstsoy; Füru=Altsoy; Usul-füru hısımlığı=Üstsoy-Altsoy hısımlığı; Civar hısımlığı=Yan soy hısımlığı; Sıhrî Hısımlık=Kayın hısımlığı; İkametgâh=Yerleşimyeri; Mesken=Konut; Tecavüz=Saldırı; Ahvali şahsiye sicilleri=Kişisel durum sicili; Şahsî hâl=Kişisel durum; Hükmî şahıs=Tüzel kişi; Cemiyet=Dernek; Nizamname=Tüzük; İstifa=Çıkma; İhraç=Çıkarılma; Hata=Yanılma; Hile=Aldatma; Tehdit=Korkutma; Müşterek ev=Aile konutu; Evlenme mukavelesi=Mal rejimi sözleşmesi; Nesep=Soybağı; Kanunî mirasçı=Yasal mirasçı; Mahfuz hisse=Saklı pay; Tasarruf nisabı=Tasarruf edilebilir kısım; Mirasçı nasbı=Mirasçı atama; Teberru=Karşılıksız kazandırma; Mirastan ıskat=Mirasçılıktan çıkarma; Alalâde ikame=Yedek mirasçı atama; Fevkalâde ikame=Artmirasçı atama; Muayyen mal vasiyeti=Belli mal bırakma; Vasiyeti tenfiz memuru=Vasiyeti yerine getirme görevlisi; Mirasta iade=Mirasta denkleştirme; Mirastan Mahrumiyet=Mirastan yoksunluk; Taksim=Paylaşma; Gayrimenkul=Taşınmaz; Menkul=Taşınır; Mütemmim cüz=Bütünleyici parça; Teferruat=Eklenti; Müşterek mülkiyet=Paylı mülkiyet; İştirak hâlinde mülkiyet=Elbirliği mülkiyeti; Tabiî semere=Doğal ürün; Lükata=Bulunmuş eşya; İştira hakkı=Alım hakkı; Şuf'a hakkı=Önalım hakkı; Vefa hakkı=Geri alım hakkı; Hukukî tağyir=İşleme; Gayrimenkul mükellefiyeti=Taşınmaz yükü; Sükna hakkı=Oturma hakkı; temettü=kâr payı gibi.

    2. Aynen korunması zorunda kalınan kavram ve terimler

      Aşağıdaki kavram, deyim ve terimlerin arı Türkçe tam karşılığı bulunamadığından aynen korunması zorunda kalınmıştır:

      Ehliyet, velâyet, veli, vasi, kayyım, nafaka, tazminat, vakıf, irat, tasfiye, ret, miras, tereke, vasiyet, vasiyetname, mirastan feragat, iptal, tenkis, miras sebebiyle istihkak davası, aynî hak, mülkiyet, istihkak davası, define, zilyetlik, irtifak, intifa hakkı, üst hakkı, mecra, rehin, ipotek, ipotekli borç senedi, irat senedi, hapis hakkı, tescil, şerh, beyan, terkin, ihraz.

    3. Arı Türkçe olarak karşılığı bulunamayan sözcükler

      Feragat, temlik, tevdi, tasarruf, intifa, muacceliyet, gaip, menfaat, takyit, müteselsil, miktar, ıslah, usul, ihbar, halefiyet, zanaatkâr, ibraz, rücu, mahsup, gasp, fer'i, fiilî hâkimiyet, ihtar, tahsil, tebliğ, takip, emtia, gibi.

  2. ESASA İLİŞKİN YENİLİKLER

    Tasarıda yürürlükteki Kanuna oranla çeşitli kurumlarda oldukça önemli ve köklü değişiklikler yapılmıştır. Bunlardan bir kısmı, günümüzde ortaya çıkan bir takım yeni ihtiyaçlara cevap vermek amacıyla; diğer bir kısım ise, yabancı hukuk sistemlerinde, özellikle İsviçre ve Alman hukuklarında gerçekleşen değişiklikler ve gelişmelerden esinlenmek suretiyle yapılmıştır.

    Değişikliklerin önemli ve oldukça büyük bir kısmı aile hukuku alanında ve özellikle kadın-erkek eşitliğini zedelediği iddia edilen hükümlerde yapılmış, böylece bütün modern hukuk sistemlerinde benimsenmiş olan ve yürürlükteki Kanunda da büyük ölçüde yer verilmiş bulunan "eşitlik ilkesi", yeni düzenlemeyle daha da pekiştirilmiş, bu ilkeye ters düşen düzenlemelerin hepsi değiştirilmiştir. Aşağıda bu değişiklikler yeri geldikçe açıklanacaktır.

    1. BAŞLANGIÇ

      Yürürlükteki Kanunda "Başlangıç" başlığını taşıyan kısımda yedi madde hâlinde düzenlenen konular, Tasarıda da aynen korunmuştur. Bu kısımda "Medenî hukukun kaynakları ve uygulanması"; "hakların kullanılması ve yükümlerin yerine getirilmesinde uyulması gereken davranış biçimi" (objektif hüsnüniyet); "hakların kazanılmasında aranılan iyiniyet (sübjektif hüsnüniyet)"; "hâkimin takdir yetkisi"; "Borçlar Kanununun genel hükümlerinin medenî hukukun diğer alanlarında da uygulanması şartları"; "ispat yükü" ile "resmî sicil ve senetlerin ispat işlevi" düzenlenmektedir.

      Bu konularda önemli değişiklikler yapılmıştır. Öncelikle birinci maddenin kenar başlığı ile içeriği uyumlu hâle getirilmiş "Kanunu medenînin tatbiki" biçimindeki başlık, maddenin içeriğini yansıtır şekilde "Hukukun uygulanması ve kaynakları" olarak değiştirilmiştir.

      İkinci ve üçüncü maddelerde geçen "Hüsnüniyet" terimi karışıklığa yol açtığından farklı konulara ilişkin olmaları dikkate alınarak "Dürüstlük kurallarına uymak" ve "İyiniyet" terimlerine dönüştürülmüştür.

      Dördüncü maddedeki "hak ve nısfetle" deyimi "hukuka ve hakkaniyete" şekline dönüştürülmüştür.

      Beşinci maddenin ifade biçimi değiştirilerek Medenî Kanun ile Borçlar Kanununun genel nitelikteki hükümlerinin uygun düştükleri ölçüde "tüm özel hukuk ilişkilerine" uygulanacağı hükme bağlanmış, böylece maddenin uygulama alanı genişletilmiştir.

    2. KİŞİLER HUKUKU

      Yürürlükteki Kanunda olduğu gibi Tasarıda da birinci kitap "Kişiler Hukuku"nu oluşturmaktadır. Bu kitap iki bölüme ayrılmış olup birinci bölümde "Gerçek Kişiler", ikinci bölümde "Tüzel Kişiler" düzenlenmiştir.

      1. Gerçek Kişiler Bölümü

        Bu bölüm biri "Kişilik", diğeri "Kişisel Durum Sicili" başlığını taşıyan iki ayırımdan oluşmaktadır.

        "Kişilik" başlığını taşıyan birinci ayırımda kişilere tanınan hak ve fiil ehliyetleri, hısımlık, yerleşimyeri, kişiliğin korunması, kişiliğin başlangıcı ve sonu gibi konular düzenlenmiştir.

        Bu ayırımda yer alan hükümlerde terim, deyim ve ifadenin arılaştırılmasından başka esasa ilişkin önemli değişiklikler yapılmıştır.

        Hak ehliyetini düzenleyen 8 inci maddenin birinci fıkrasındaki "Her şahıs.." deyimi "Her insan.." şeklinde değiştirilerek bu maddede düzenlenen ehliyetin gerçek kişilerle ilgili olduğu vurgulanmıştır.

        Ergin kılınmayı düzenleyen 12 nci maddede vasinin dinlenmesi şartına yer verilmemiştir. Tasarının 463 üncü maddesi uyarınca, vesayet altındaki küçüğün ergin kılınmasında vesayet ve denetim makamlarının izni gerekli olduğundan, ayrıca vasinin dinlenmesine gerek görülmemiştir.

        Yürürlükteki Kanunun ikametgâhı düzenleyen 21 inci maddesinin "Kanunî ikametgâh" biçimindeki kenar başlığı arılaştırılarak "Yasal yerleşimyeri" şeklinde değiştirilmiş, ancak kadın-erkek eşitliğinin sağlanması amacıyla "Kocanın ikametgâhı karının ikametgâhı addolunur" hükmü Tasarıya alınmamıştır.

        Kişilerin kısmen bile olsa vazgeçemeyecekleri hususun haklar değil, hak ve fiil ehliyetleri olduğu 23 üncü maddenin birinci fıkrasında açıklığa kavuşturulmuştur.

        Saldırının hukuka aykırılık niteliğini ortadan kaldıran sebeplerden bazıları 24 üncü maddenin ikinci fıkrasında örnek olarak belirtilmiş, bütün sebeplerin sayılması yoluna gidilmemiştir.

        Yürürlükteki Kanunun gaiplik kararının verilmesinde yetkili mahkemeyi düzenleyen 31 inci maddesinin ikinci fıkrasında geçen "pederinin mukayyet olduğu mahal" deyimi, kadın-erkek eşitliğini sağlayacak şekilde "anasının veya babasının kayıtlı olduğu yer" biçiminde değiştirilmiştir.

        "Kişisel Durum Sicili" başlığı altında düzenlenen ikinci ayırımda sicillerin tutulmasından doğan zararlardan doğrudan doğruya görevli memurların sorumlu olacağını öngören Yürürlükteki Kanunun 37 nci maddesi hükmünün Anayasanın 129 uncu maddesindeki ilkeyle çeliştiği dikkate alınarak, maddeye sorumluluk konusunda "Kişisel durum sicilinin tutulmasından doğan zararlar kusurlu memura rücu edilmek kaydıyla Devletçe tazmin edilir." hükmü konulmuş, böylece medenî hukukta sorumluluk konusunda vesayet organları ve tapu memurları ile nüfus memurları arasındaki farklılık da ortadan kaldırılmıştır.

        Yürürlükteki Kanunun 29 uncu maddesine sonradan 3444 sayılı Kanunla eklenen ve cinsiyet değişikliği konusunu düzenleyen hükmün yerine Tasarıya 40 ıncı madde olarak yeni bir madde eklenmiş ve bu önemli konu yeniden düzenlenmiştir. Bu düzenleme ile cinsiyet değiştirebilme bazı şartlara bağlanmıştır. Bunlar, on sekiz yaşını tamamlamış olma, bekâr olma, transseksüel yapıda olup cinsiyet değiştirmenin ruh sağlığı açısından zorunluluğunu ve üreme yeteneğinden sürekli olarak yoksunluğunu uzmanlardan oluşan resmî sağlık kurulu raporuyla belgeleme ve mahkemece izin verilmiş olma şartlarıdır.

      2. Tüzel Kişiler Bölümü

        Bu bölüm üç ayırımdan oluşmaktadır. Bunlar "Genel Hükümler", "Dernekler" ve "Vakıflar" başlıklarını taşıyan bölümlerdir.

        Birinci ayırımda tüzel kişilerle ilgili genel kurallara yer verilmiştir. Bu ayırımda yapılan önemli değişiklik, tüzel kişiliğin sona ermesi durumunda tasfiyenin "terekenin resmî tasfiyesi" hükümlerine göre yürütüleceğidir. Bu değişiklik yürürlükteki Kanunun tasfiyeyi tabî tuttuğu hükümlerin dernek ve vakıflara uygulanmasının isabetli olmaması gerekçesiyle yapılmıştır.

        Yürürlükteki Kanunun ikinci ayırımda derneklere ilişkin hükümler, ayrıntılı biçimde düzenlenmemektedir. Buna karşılık vakıflar oldukça ayrıntılı biçimde düzenlenmiştir. Bu durum dikkate alınarak Tasarıda derneklerle ilgili hükümler daha ayrıntılı şekilde düzenlenmiş böylece de düzenleme bakımından dernekler ile vakıflar arasında bir denge sağlanmıştır.

        Tasarının 80 inci maddesinin ikinci fıkrasında genel kurulun diğer organları haklı sebeplerle her zaman görevden alabileceği hükme bağlanmıştır. Pek tabiîdir ki, haklı sebeple olsa bile görevden alınan diğer organların, sözleşmeden doğan hakları saklı olacaktır. Tabiî olan bu durumun fıkrada ayrıca ifade edilmesine gerek görülmemiştir.

        89 uncu madde uyarınca, amacı kanuna ve ahlâka aykırı hâle gelen bir derneğin feshi, Cumhuriyet savcısı tarafından resen veya bir ilgilinin ihbarı üzerine açılacak bir dava ile istenebileceği gibi, bir ilgilinin de doğrudan doğruya açacağı bir dava ile istenebilecektir.

        Vakıflara ayrılmış bulunan üçüncü ayırımda vakfa özgülenecek olan malların ve hakların "yeterli" olması şartı eklenerek açıklık sağlanmıştır. Yürürlükteki Kanunda Vakıflar Genel Müdürlüğüne tanınan temyiz süresi iki aydan bir aya indirilmiştir. Ayrıca eklenen yeni bir maddeyle Vakıflar Genel Müdürlüğüne ve diğer ilgililere, vakfın kurulmasını engelleyen sebepleri göstermek suretiyle iptal davası açma hakkı tanınmıştır. Tasarının 110 uncu maddesinin kenar başlığı yürürlükteki Kanunda yeralan "istihdam edilenler" ifadesi "çalıştırılanlar" şeklinde değiştirilmiştir.

        Tasarıya yürürlükteki Kanunda mevcut olmayan bir hüküm 115 inci madde olarak konulmuştur. Bu hüküm vakfın geçici olarak faaliyetten alıkonulmasını düzenlemektedir. Madde vakıf kurma özgürlüğüyle yakından ilgili olduğundan, Anayasanın 23.7.1995 tarih ve 4121 sayılı Kanunla değişik 33 üncü maddesinin dördüncü ve sonuncu fıkraları esas alınmak suretiyle kaleme alınmıştır.

    3. AİLE HUKUKU

      Yürürlükteki Kanunda olduğu gibi Tasarıda da ikinci kitap "Aile Hukuku"nu düzenlemektedir. Bu kitap "Evlilik Hukuku", "Hısımlık" ve "Vesayet" başlıklarını taşıyan üç kısıma ayrılmıştır.

      1. EVLİLİK HUKUKU KISMI

        Tasarı bu kısımda önemli ve köklü değişiklikler getirmektedir. Bu değişiklikler her şeyden önce, günümüzde modern hukuk sistemlerinin istisnasız hepsinde temel ilke olarak kabul edilen "kadın-erkek eşitliği" ilkesinin hukukumuzda da eskiden olduğu gibi sürdürülmesi, bu eşitliğe ters düşen hükümlerin kanundan çıkarılması veya eşitliği sağlayacak şekilde düzenlenmesi düşüncesine dayanmaktadır.

        Evlilik Hukuku Kısmı "Evlenme","Boşanma","Evliliğin Genel Hükümleri" ve "Eşler Arasındaki Mal Rejimi" başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşmaktadır.

        1. Evlenme Bölümü

          Evlilik Hukuku Kısmının birinci bölümü olan "Evlenme" bölümü dört ayırımdan oluşmaktadır. Bunlar "Nişanlılık", "Evlenme Ehliyeti ve Engelleri","Evlenme Başvurusu ve Töreni" ile "Batıl olan evlenmeler"den ibarettir.

          "Nişanlılık" başlığını taşıyan birinci ayırımda 123 üncü maddede yürürlükteki Kanunda kullanılan "nişanlanmaktan mütevellit davalar" ifadesi yerine "nişanlılığın sona ermesinden doğan dava hakları" ifadesi tercih edilmiştir. Böylece madde, nişanlılığın sadece bozulması hâlini değil, fakat ölüm ve gaiplik gibi diğer sona erme sebeplerini de kapsayacak biçimde kaleme alınmıştır. Ayrıca manevî tazminatı düzenleyen 121 inci madde de, tazminatın "uygun bir miktar para" olarak ödenmesi şeklinde kaleme alınarak açıklığa kavuşturulmuştur.

          "Evlenme Ehliyeti ve Engelleri" başlığını taşıyan ikinci ayırımda yapılan en önemli değişiklik, evlenme yaşının hem erkek hem kadın bakımından yükseltilmesidir. Gerçekten, 1984 tarihli Öntasarıda kabul edilmeyen yaşları yükseltme konusu, Komisyonca küçük yaştaki kişilerin, özellikle kızların evlenmesine imkân tanınmış olmasının gerek biyolojik, gerek psikolojik açıdan olumsuz etkiler gösterdiği gerekçesiyle kabul edilmiştir. Bu değişiklikle normal evlenme yaşı kadın-erkek farkı da kaldırılarak on yedi yaşın doldurulması, yani on sekizinci yaşa girilmiş olması biçiminde düzenlenmiştir. Olağanüstü evlenme yaşı ise, aynı şekilde kadın-erkek farkı kaldırılarak on altı yaşın doldurulması, yani on yedinci yaşa girilmiş olması biçiminde düzenlenmiştir.

          Yürürlükteki Kanunun 89 uncu maddesinin ikinci fıkrasındaki "Akıl hastalıklarından birine müptelâ olan kimse asla evlenemez" hükmü metinden çıkarılmış, daha sonra 133 üncü madde olarak düzenlenen yeni maddeyle "Akıl hastaları evlenmelerinde tıbbî sakınca bulunmadığı resmî sağlık kurulu raporuyla anlaşılmadıkça evlenemez." hükmü getirilmiştir. Bu değişiklikle evlenmeleri tıbbî açıdan sakınca doğurmayacak olan bazı önemsiz akıl hastalarının evlenmelerine imkân tanınmıştır.

          Bu değişiklik, Komisyona davet edilen adlî tıp uzmanı öğretim üyelerinin akıl hastalıkları konusunda yaptıkları açıklamalara dayanmaktadır. Bu açıklamalarda bazı akıl hastalarının tedavi sonucunda iyileşebilecekleri, bu gibi akıl hastalıklarının hepsinin aynı mahiyette olmadığı, bunların bu sebeple aynı düzenlemeye tâbi tutulmasının isabetli olmayacağı sonucu ortaya çıkmıştır.

          Tasarıya yasal temsilcilerin izni konusunda yürürlükteki Kanunda mevcut olmayan yeni bir madde (m.128) konulmuştur. Bununla yasal temsilcilerin, evlenme yaşına erişmiş olan kişilerin evlenmelerine hiç de haklı olmayan sebeplerle engel olmaya kalkmaları hâlinde, özellikle kız kaçırma ve kocaya kaçma gibi olaylar yüzünden aileler arasında kavgalara sebebiyet verecek sonuçların doğmasını önlemek amacıyla hâkimin evlenmeye izin verebilmesi imkânı getirilmiştir.

          "Evlenme Başvurusu ve Töreni" başlığını taşıyan üçüncü ayırımda 134 üncü maddeyle birbiriyle evlenecek erkek ve kadının içlerinden birinin oturduğu yerdeki evlendirme memuruna birlikte başvurabilmeleri imkânı getirilmiştir. Yürürlükteki Kanunun 98 inci maddesi ise başvurunun evlenecek erkeğin ikametgâhındaki evlendirme memuruna yapılması gerektiğini öngörmektedir. Bu değişiklikle de kadın-erkek eşitliği sağlanmış olmaktadır.

          "Batıl olan evlenmeler" başlığını taşıyan dördüncü ayırımda evlenmenin mutlak butlanı yanı sıra nisbî butlanı da düzenlenmektedir. Yürürlükteki Kanunun evlenmenin nisbî butlanını düzenleyen 115, 116, 117 ve 118 inci maddelerinde geçen "evlenmenin feshini" deyimi, Tasarıda doğru olarak "evlenmenin iptalini" şekline dönüştürülmüştür. Çünkü bu maddelerde, geçerli olarak doğmamış olan bir evliliğin iptal yoluyla ortadan kaldırılması düzenlenmektedir. Fesih ise baştan geçerli olan bir evliliğin sonradan belli bir sebebe dayanılarak ortadan kaldırılması yoludur. Bunun en güzel örneği de Tasarının 119 uncu (yürürlükteki Kanunun 94 üncü) maddesinde düzenlenmiş olan gaiplik hâlinde evliliğin feshidir.

          Yürürlükteki Kanunun 119 uncu maddesi fesih (doğru olarak iptal) davasının altı ay ve beş yıllık sürelerin geçmesiyle zamanaşımına uğrayacağını düzenlemektedir. Doktrin ve yargısal içtihatlarda öne sürülen görüşlere göre, yenilik doğuran hak olan iptal davası açma hakkına ilişkin süre zamanaşımı değil, hak düşürücü süredir. Bu sebeple Tasarının bu maddeyi karşılayan 152 nci maddesinin kenar başlığı ve metni bu şekilde düzeltilerek kaleme alınmıştır.

        2. Boşanma Bölümü

          "Boşanma" başlığını taşıyan ikinci bölümde boşanma sebepleri ve boşanmanın sonuçlarıyla ilgili bazı değişiklikler yapılmıştır.

          Komisyon çalışmaları sırasında Medenî Kanunda ayrı ayrı özel boşanma sebeplerine yer verilmeyerek bunların yerine Alman Medenî Kanununda (BGB) olduğu gibi, genel bir sebep olarak sadece "temelden sarsılma" ilkesine dayanan bir boşanma sebebinin kabul edilip edilmemesi konusu uzunca süre tartışılmış, ancak yürürlükteki Kanunun 134 üncü maddesinde 3444 sayılı Kanunla yapılan değişikliğin genel bir boşanma sebebi olarak Alman Medenî Kanununun 1555 ve 1567 nci maddelerine benzer bir hüküm içerdiği, bu genel boşanma sebebi dışında Tasarının 161 ilâ 165 inci maddelerinde öngörülen özel boşanma sebeplerinin uygulamada bugüne kadar herhangi bir sorun yaratmamış olmaları ve özellikle "zina"nın özel bir boşanma sebebi olmaktan çıkartılıp genel boşanma sebebi olarak "evlilik birliğinin temelden sarsılması" sebebi içinde değerlendirilmesinin Türk toplumunda yanlış yorumlara yol açabileceği düşüncesiyle, mevcut durumun aynen korunması görüşü ağırlık kazanmıştır.

          Böylece boşanma sebepleri konusunda yürürlükteki Kanunda mevcut düzenlemeden farklı bir düzenlemeye gidilmemiş, sadece kaynak Kanun olan İsviçre Medenî Kanununun 138 inci maddesinde öngörülmüş iken yürürlükteki Kanunumuza her nedense alınmamış olan "onur kırıcı davranış" (Ehrenkraenkung) sebebi, Tasarının 162 nci maddesinde mevcut "hayata kast" ve "pek kötü davranış" sebeplerine üçüncü bir sebep olarak eklenmek suretiyle doktrin ve yargısal içtihatlarda ortaya atılan görüşlere yer verilmiş olmaktadır.

          Tasarının 163 üncü maddesinde düzenlenen "suç işleme" sebebiyle boşanmaya "çekilmezlik şartı" eklenmiş, böylece aynı madde içinde düzenlenen "haysiyetsiz hayat sürme" sebebi ile uyum sağlanarak her iki sebep "nisbî" boşanma sebebi hâline getirilmiştir.

          Tasarının 164 üncü maddesinde düzenlenen "terk" sebebiyle boşanmada yürürlükteki Kanunun öngördüğü üç aylık terk süresi altı aya çıkarılmıştır. Sürenin uzatılmasının dayandığı düşünce, eşlerin barışma ve bir araya gelme ihtimalinin daha uzunca bir sürede gerçekleşebileceğidir. Terkeden eşe dördüncü ayın sonunda ihtarda bulunularak iki ay içinde ortak konuta dönmesi gerektiği hususunda uyarılacaktır.

          Yürürlükteki Kanunun 134 üncü maddesinde 3444 sayılı Kanunla yeniden düzenlenmiş olan "evlilik birliğinin sarsılması" adlı genel boşanma sebebi aynen korunmuştur.

          Boşanma davalarında yetki konusunu düzenleyen 168 inci madde yeniden kaleme alınmış ve yetkili mahkemenin, eşlerden birinin yerleşimyeri veya eşlerin davadan önce son defa altı aydan beri oturdukları yer mahkemesi olması uygun görülmüştür.

          Boşanan kadının kişisel durumuyla ilgili olarak yürürlükteki Kanundan ayrılınmak suretiyle Tasarının 173 üncü maddesi, boşanan kadının "evlenmeden önceki soyadını yeniden alabilmesi"ne imkân verecek şekilde kaleme alınmıştır. Çünkü yürürlükteki Kanunun aynı maddeyi karşılayan 141 inci maddesinde öngörülen "bekârlık soyadını yeniden alması" hükmünün çoğu kez boşanan kadının menfaatine ters düşeceği kabul edilmiştir.

          Boşanmada maddî tazminatı düzenleyen 174 üncü madde yürürlükteki maddeden farklı olarak daha az kusurlu tarafın da dava açabilmesi imkânını getirmiştir. Yoksulluk nafakasını düzenleyen 175 inci madde yeniden kaleme alınmış ve yürürlükteki Kanunun 144 üncü maddesinde öngörülen "Ancak, erkeğin kadından yoksulluk nafakası isteyebilmesi için, kadının hâli refahta bulunması gerekir." hükmü kadın-erkek eşitliği ilkesini zedelediği için metinden çıkartılmıştır.

          Tasarıyla yeni getirilen 178 inci madde, boşanma sebebiyle açılacak davaların boşanma hükmünün kesinleşmesinin üzerinden bir yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrayacağını hükme bağlamıştır. Yürürlükteki Kanunda böyle bir hüküm mevcut değildir. Aynı şekilde yeni getirilen 177 nci maddeyle de boşanmadan sonra açılacak davalarda yetkili mahkemenin, nafaka alacaklısının yerleşimyeri mahkemesi olduğu hükme bağlanmıştır. Yürürlükteki Kanunda bu konuda da bir hüküm mevcut değildir.

          Tasarıyla yeni getirilen 181 inci maddenin ikinci fıkrası, boşanma davası devam ederken davacı eşin ölümü hâlinde diğer eşin mirasçı olup olamayacağının şartını düzenlemektedir. Buna göre, mirasçılardan herhangi birinin davayı devam ettirmesi ve davalı eşin kusurlu olduğunun sabit olması hâlinde, davalı eş ölmüş olan davacı eşe mirasçı olamayacaktır. Bu durumda mirasçıların devam ettirdikleri dava, artık boşanmaya yönelik olmayacak (zira ölümle evlilik zaten sona ermiştir), bu davada davalının boşanmada kusurlu olup olmadığı karara bağlanacaktır. Başka bir deyişle, bu durumda devam eden dava, boşanmada hangi eşin kusurlu olduğunun saptanmasına yönelik olacaktır.

        3. Evliliğin Genel Hükümleri Bölümü

          "Evliliğin Genel Hükümleri" başlığını taşıyan üçüncü bölümde yapılan değişikliklerin büyük bir çoğunluğu kadın-erkek eşitliğinin sağlanması amacına yöneliktir.

          Konutun seçimi, birliğin yönetimi ve giderlere katılma konularını düzenleyen 186 ncı maddeyle yürürlükteki Kanunun konutun seçimini kocaya tanıyan hükmü değiştirilmiş ve eşlerin beraberce oturacakları ortak konutu birlikte seçmeleri ilkesi getirilmiştir. Böylece konutun seçiminde kadına nazaran üstün konuma getirilmiş bulunan kocanın tek başına konutu seçmesi imkânı ortadan kaldırılmıştır. Aynı şekilde, eşitliği sağlamak amacıyla yürürlükteki Kanunun "koca birliğin reisidir" hükmü kaldırılmış, böylece konut seçiminde olduğu gibi evlilik birliğinin yönetiminde de eşlere eşit söz hakkı tanınmış, eşlerin evlilik birliğini beraberce yönetmeleri ilkesi kabul edilmiştir.

          Aynı maddenin üçüncü fıkrasında, eşlerin evlilik birliğinin giderlerine katılmaları konusunda da eşitlik ilkesine yer verilmiştir. "Karı ve çocukların infak ve iaşesinin" kocaya ait olduğuna ilişkin hüküm değiştirilerek, bu konuda her iki eşin de giderlere katılma zorunluluğu kabul edilmiş, fakat giderlere katılmada ölçü olarak eşlerin malî güçleri, emek ve malvarlıkları esas alınmıştır.

          Kadının soyadı konusunda yürürlükteki Kanunun 153 üncü maddesinde 4248 sayılı Kanunla yapılan ve kadının kocasının soyadının önünde "önceki" soyadını da taşımasına imkân sağlayan değişiklik, tasarının 187 nci maddesinde aynen korunmuştur.

          Evlilik birliğinin temsilinde de kadın-erkek eşitliğini sağlayacak biçimde esaslı değişiklik yapılmıştır. Buna göre 188 inci madde uyarınca eşlerden her biri, ortak yaşamın devamı süresince ailenin sürekli ihtiyaçları için evlilik birliğini temsil etme yetkisine sahip olacaklardır. Eşler aynı zamanda birliğin temsili yetkisini kullandıkları hâllerde, üçüncü kişilere karşı müteselsilen sorumlu tutulacaklardır. 189 uncu maddede düzenlenen bu hükümle, bu tür borçlardan sadece kocanın şahsen sorumlu olmasını öngören ilke değişmiş olmakta ve sonuçta kadın-erkek eşitliği sağlanmaktadır.

          Temsil yetkisinin kaldırılması, sınırlanması ve kaldırılan yetkinin geri verilmesi konularında da kadın-erkek eşitliğini sağlayan yeni düzenlemeler yapılmıştır.

          Yürürlükteki Kanunun "Karının meslek veya san'atı" kenar başlığını taşıyan 159 uncu maddesi, eşitlik ilkesine aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesi tarafından 29.11.1990 tarih ve 30/31 sayılı kararla iptal edilmiştir. Komisyon bu maddeyi kadın-erkek eşitliğine uygun şekilde yeniden kaleme alarak Tasarıya 192 nci madde olarak dahil etmiştir. Bu maddeyle eşlerden her birinin meslek veya iş seçiminde diğerinin iznine bağlı olmadığı, dilediği meslek ve işi seçmekte ve yürütmekte tamamiyle özgür olduğu açıkça dile getirilmiştir.

          Tasarıya konulan yeni 194 üncü maddeye göre, aile konutuyla ilgili hukukî işlemler söz konusu olduğunda, örneğin konutla ilgili kira sözleşmesinin feshedilmesi, konutun devredilmesi veya konut üzerindeki hakların tamamen veya kısmen sınırlandırılması gibi işlemlerde eşlerden her biri, diğerinin açık rızasına muhtaç olacaktır. Rıza verilmedikçe bu işlemler yapılamayacaktır. Bu hüküm, bir önceki maddede kabul edilen "eşlerden her birinin diğeri ve üçüncü kişilerle her türlü hukukî işlemi yapabilme" ilkesine getirilmiş bir istisnadır. Aynı maddeyle, aile konutu olarak özgülenen taşınmazın maliki olmayan eşe, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteme hakkı tanınmaktadır. Eğer bu taşınmaz, eşlerden biri tarafından kira yoluyla sağlanmışsa, kira sözleşmesinin tarafı olmayan eş, kiralayana yapacağı bildirimle taraf haline gelecek, konut da bu bildirimle aile konutu niteliğini kazanacaktır. Bu hükümlerle eşlerin menfaatini koruma amacı güdüldüğü açıktır.

          "Birlikte yaşamaya ara verilmesi" kenar başlığını taşıyan yeni 197 nci madde, ortak yaşam nedeniyle eşlerden birinin kişiliği, ekonomik güvenliği veya ailenin huzuru tehlikeye düştüğü sürece, o eşe ayrı yaşama hakkı tanımaktadır. Bu hükmün düzenlenmesinde kaynak Kanunun 175 inci maddesinden esinlenilmiştir.

          Tasarının 199 uncu maddesiyle İsviçre Medenî Kanununun 178 inci maddesine uygun olarak özel bir önlem mahiyetinde olmak üzere hâkime eşlerden birinin tasarruf yetkisinin sınırlanmasına karar verme yetkisini tanımaktadır. Bu hükümle, boşanmaya kararlı olan kocanın sırf kadına nafaka veya tazminat ödememek için mevcut mallarını başkalarına devretme imkânı önlenmekte ve bu yolla kadın korunmuş olmaktadır. Aynı maddenin üçüncü fıkrasında, hâkimin eşlerden birinin taşınmazlarıyla ilgili olarak tasarruf yetkisini kaldırması hâlinde, tasarruf yetkisinin kaldırılmasına ilişkin önlemin tapuya şerh edilmesine re’sen karar vermesi imkânı getirilmekte ve böylece eşlerin birbirlerinden mal kaçırmaları yolu da kapatılmış olmaktadır.

          Yürürlükteki Kanunun karı koca arasında cebrî icra yasağını ve karının koca lehine yapacağı bazı işlemlerin geçerliliğini hâkimin onayına tâbi tutan 167, 168 ve 169 uncu maddeleri kadın-erkek eşitliğine aykırı görüldüğü ve aynı zamanda günümüz şartlarında hiç de gerekli bulunmadığından Tasarıya alınmamıştır.

        4. Eşler Arasındaki Mal Rejimi Bölümü

          Dördüncü Bölüm "Eşler Arasındaki Mal Rejimi" başlığı altında ve beş ayırım hâlinde eşler arasındaki mal rejimlerini düzenlemektedir.

          Yürürlükteki Kanuna göre eşler, evlenmeden önce veya evlilik devam ederken Kanunda belirlenen mal rejimlerinden birini evlenme mukavelesi yapmak suretiyle seçebilirler. Eşler bu konuda bir seçim yapmazlarsa, aralarında Kanundan ötürü "mal ayrılığı" rejimi geçerli olacaktır. Kanun "yasal rejim" olan bu rejimin yanında "akdî rejim" olarak "mal ortaklığı" ve "mal birliği" rejimlerini de düzenlemiştir.

          Kaynak Kanun olan İsviçre Medenî Kanunu yasal rejim olarak "mal birliği" rejimini benimsemiş idi. Ancak, İsviçre'de Medenî Kanununun eşlerin mal rejimini düzenleyen altıncı bölümü (Sechster Titel) 1 Ocak 1988 tarihinde yürürlüğe giren 5 Ocak 1984 tarihli bir Kanunla yeni baştan düzenlenmiş, mal birliği olarak geçerli olan yasal mal rejimi bu değişiklikte "Edinilmiş Mallara Katılma" (Errungenschaftsbeteiligung) olarak kabul edilmiştir.

          Uygulamada hakkaniyete aykırı sonuçlar doğurduğu gözden kaçırılmayarak Ülkemizde geçerli olan “mal ayrılığı” rejiminin değiştirilmesi cihetine gidilerek bunun yerine Tasarıda “Edinilmiş Mallara Katılma” rejimi yasal rejim olarak kabul edilmiştir. Bunun yanında eşler dilerlerse akdî rejim olarak “Mal Ayrılığı”, “Paylaşmalı Mal Ayrılığı” ve “Mal Ortaklığı” rejimlerinden birini seçebileceklerdir. Bunun için yapacakları tek şey, 205 inci madde uyarınca noterde bir mal rejimi sözleşmesi yapmaktan veya aralarında yapacakları yazılı sözleşmeyi notere onaylatmaktan ibarettir.

          Edinilmiş Mallara Katılma rejimi 24 madde halinde ayrıntılı biçimde İkinci Ayırımda düzenlenmiştir.

          Bu rejimde iki türlü mal vardır :Eşlerin kişisel malları ve edinilmiş mallar.

          Kişisel malların nelerden oluştuğu 220 nci maddede bentler halinde sayılmıştır. Bu mallar kanundan ötürü kişisel mal sayılır. Ayrıca eşler mal rejimi sözleşmesiyle bir mesleğin icrası veya işletmenin faaliyeti sebebiyle doğan edinilmiş mallara dahil olması gereken malvarlığı değerlerini kişisel mal sayılacağını kabul edebilirler. Tasarının 221 inci maddesi eşlere bu imkânı tanımaktadır.

          Edinilmiş malların nelerden oluştuğu ise, 219 uncu maddede beş bent halinde sayılmaktadır. Aynı maddeye göre edinilmiş mal, her eşin bu mal rejiminin devamı süresince karşılığını vererek elde ettiği malvarlığı değerleridir. Böylece bir eşin çalışmasının karşılığı olan edinimleri, çalışma gücünü kaybetmesi sebebiyle kendisine ödenen tazminatlar, kişisel mallarının gelirleri, sosyal güvenlik ve sosyal yardım kurumlarının, sandık ve benzerlerinin yaptığı ödemeler ve nihayet edinilmiş malların yerine geçen değerler, bir eşin edinilmiş malı sayılacaktır. Bir eşin bütün malları aksi ispat edilinceye kadar edinilmiş mal olarak kabul edilecek, eşlerden hangisine ait olduğu ispat edilemeyen mallar, onların paylı mülkiyetinde sayılacaktır. (m. 222)

          Tasarının 223 üncü maddesine göre, her eş yasal sınırlar içinde kişisel malları ile edinilmiş malları yönetme, bunlardan yararlanma ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Ancak bir eş diğerinin rızası olmadıkça paylı mülkiyet konusu maldaki payı üzerinde tasarrufta bulunamaz.

          Tasarının 224 üncü maddesi eşlerden her birinin kendi borçlarından dolayı üçüncü kişilere karşı bütün malvarlığıyla sorumlu olmasını öngörmektedir.

          Tasarının 225 ve devamı maddelerinde rejimin sona ermesi halleri ile bu durumda tasfiyenin nasıl yapılacağı, eşlerin paylarının nasıl hesaplanacağı, eklenecek değerler, kişisel mallar ile edinilmiş mallar arasında denkleştirme, artık değer ve artık değerin paylaştırılması, aile konutu ve ev eşyası üzerinde sağ kalan eşe tanınan haklar düzenlenmektedir.

          Edinilmiş mallara katılma rejiminin düzenlenmesinde kaynak İsviçre Medenî Kanununun 196 ilâ 220 nci maddeleri hükümlerinden geniş ölçüde yararlanılmıştır. Hatta birkaç istisna dışında bu hükümlerin tamamen adı geçen Kanundan alındığı da söylenebilir.

          Yürürlükteki Kanunda yasal mal rejimi olarak kabul edilen “mal ayrılığı” rejimi, Tasarıda akdî rejim olarak üçüncü ayırımda düzenlenmiştir.

          Dördüncü ayırımı oluşturan paylaşmalı mal ayrılığı rejimi mal ayrılığı rejiminin sakıncalarını gidermek amacıyla kısmen edinilmiş mallara katılma rejimine benzeyen yeni bir rejim olarak düzenlenmiştir.

          Paylaşmalı mal ayrılığı rejiminde, eşlerden her biri yasal sınırlar içinde kendi malvarlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf hakkına sahiptir. Bu husus 244 üncü maddede gayet açık bir ifadeyle dile getirilmiştir. 246 ncı madde uyarınca eşlerden her biri, kendi borçlarından bütün malvarlığıyla bizzat sorumlu olacaktır.

          Paylaşmalı mal rejimi, eşlerden birinin ölümü, başka bir mal rejiminin kabulü, mahkemece evliliğin iptaline, boşanmaya veya mal ayrılığına geçilmesine karar verilmesi hâllerinde sona erecektir. Bu durumda rejimin tasfiyesine geçilecektir.

          Tasarının 250 nci maddesi uyarınca, eşlerden biri tarafından bu rejimin kurulmasından sonra edinilmiş olup da ailenin ortak kullanım ve yararlanmasına özgülenmiş olan mallar ile ailenin geleceğini güvence altına alma amacıyla yapılan yatırımlar veya bunların yerine geçen değerler, mal rejiminin sona ermesi hâlinde eşler arasında eşit olarak paylaşılacaktır. Ancak, manevî tazminat alacakları ve miras yoluyla edinilen mallar ile karşılıksız kazandırmada bulunanın iradesinden açıkça anlaşılmadıkça, sağlararası veya ölüme bağlı tasarruflarla edinilen mallar eşler arasında paylaşılmayacaktır.

          Getirilen 251 inci madde, eşlerden birinin diğer eşin payını azaltmak kastıyla paylaşmadan önce bir malı karşılıksız olarak elden çıkarması hâlinde hâkime, diğer eşin alacağı denkleştirme bedelini hakkaniyete uygun biçimde belirleme yetkisi vermektedir.

          Paylaşmanın açıkça hakkaniyete aykırı olduğunun veya istemde bulunan eşin mirasçılıktan çıkarılmasını (ıskatını) gerektirecek davranışlarda bulunduğunun anlaşılması hâlinde hâkim, 252 nci madde uyarınca paylaştırma istemini reddedecektir.

          Paylaştırma yöntemi 253 üncü maddede; "Paylaştırmanın aynen yapılmasına olanak yoksa, malın maliki eş diğer eşin payını parayla ödeyebileceği gibi malı ona vererek kendi payına düşen bedelin parayla ödenmesini isteyebilir. Paylaştırmada, paylaşım konusu olan malın edinilmesinden doğan borçlar indirilir." şeklinde düzenlenmiştir.

          Tasarı eşlerden birinin katkısından doğan hakkını da düzenlemektedir. Buna göre, eşlerden biri diğerine ait olup paylaştırma dışı kalan bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa, mal rejiminin sona ermesi hâlinde, katkısı oranında hakkaniyete uygun bir bedel ödenmesini isteyebilecektir.

          Tasarı, paylaşmalı mal ayrılığı rejimi sona erdiğinde, eşlerden her birine, paylı mülkiyetteki bir malın kendisine özgülenmesinde üstün yararı olduğunu ispat ederek eşine karşılığını ödemek suretiyle bu malın kendisine özgülenmesini isteme hakkı tanımaktadır.

          Tasarının 254 üncü maddesinde ekonomik ve sosyal açıdan korunması gereken eşi koruma amacını taşıyan bir hüküm getirilmektedir. Buna göre, evliliğin iptal veya boşanma kararıyla sona erdirilmesi hâlinde, taraflardan birine ait olmakla beraber paylaşım konusu olan konutta paylaşmadan sonra da hangisinin kalmaya ve ev eşyasını kullanmaya devam edeceği konusunda tarafların anlaşmaları mümkündür. Eğer taraflar bu konuda anlaşamazlarsa, hâkim hakkaniyet gerektiriyorsa iptal veya boşanma kararıyla birlikte bu hakka hangisinin sahip olacağına kendiliğinden, yani bir istem olmaksızın karar verecektir. Hâkim karar verirken, olayın özelliklerini, tarafların ekonomik ve sosyal durumlarını ve varsa çocukların menfaatlerini göz önünde bulunduracaktır.

          Anlaşma sonucunda bu hakkı elde eden eş veya anlaşmazlık hâlinde karar veren hâkim, bu hakkın şerh edilmesini sağlamak üzere tapu idaresine bildirimde bulunacaklardır. Şerh süresinin sonunda bu hak kendiliğinden sona erecektir.

          Aile konutunda kalmaya ve ev eşyasını kullanmaya devam etmesine mahkemece karar verilmiş olan tarafın durumunda değişiklik olması, örneğin ekonomik durumunun iyileşmiş veya bu arada kendisine miras yoluyla yeterince mal varlığı değeri kalmış olması durumunda, diğer taraf hâkimden kararını yeniden gözden geçirmesini isteyebilecektir. Hâkim, şartlar gerektiriyorsa, kararını değiştirebilecektir.

          Eşlerden birinin ölümü hâlinde, tereke malları arasında ev eşyası veya birlikte yaşanmış konut varsa, sağ kalan eş bunlar üzerinde kendisine, miras ve paylaşmadan doğan hakkına mahsup edilmek ve yetmezse bir bedel eklenmek suretiyle mülkiyet hakkı tanınmasını 255 inci maddenin birinci fıkrasına dayanarak isteyebilecektir. Bu hüküm sayesinde sağ kalan eşin birlikte yaşadıkları ve acı tatlı hatıralarla dolu olan aile konutunda yaşantısını sürdürmesi mümkün olacaktır.

          Beşinci bölümde düzenlenen "mal ortaklığı"na ilişkin hükümler büyük ölçüde İsviçre Medenî Kanununun 221 ilâ 246 ncı maddelerinden yararlanılarak kaleme alınmıştır.

      2. HISIMLIK KISMI

        Yürürlükteki Kanunda aile hukuku kitabının ikinci kısmının başlığı "Hısımlar" biçimindedir. Bu kısımda hısımlardan çok hısımlığın nasıl doğacağı veya kurulacağı ve hısımlık ilişkisinin hukukî sonuçları düzenlenmekte olduğundan, başlık kaynak Kanuna da uygun olarak "Hısımlık" şeklinde değiştirilmiştir.

        Yürürlükteki Kanunun bu kısmı, "Nesebi Sahih Çocuklar", "Nesebi Sahih Olmayan Çocuk" ve "Aile" başlıklarını taşıyan üç bölümden (babtan) oluşmakta iken, Tasarıda iki bölüm hâlinde düzenlenmiştir. Zira bu sistematik aynen İsviçre'de 1 Ocak 1978 tarihinde gerçekleşen değişiklikle uyumlu olarak "sahih nesep", "sahih olmayan nesep" ayrılığına son vermektedir. Bu itibarla birinci bölümün başlığı "Nesebi Sahih Çocuklar" yerine "Soybağının Kurulması" şeklinde değiştirilmiştir. Nesep terimi çok eskimiş olduğu ve çoğu kez "mezhep" terimiyle karışıklığa sebep olduğu için, Tasarıda arı Türkçe bir sözcük olan "soybağı" şekline dönüştürülmüştür. İkinci bölüm "Aile" başlığını taşımaktadır.

        1. Soybağının Kurulması Bölümü

          Bu bölüm "Genel Hükümler", "Kocanın Babalığı", "Tanıma ve Babalık Hükmü", "Evlât Edinme", "Soybağının Hükümleri", "Velâyet" ve "Çocuk Malları" olmak üzere yedi ayırım şeklinde düzenlenmiştir.

          "Genel Hükümler" başlığını taşıyan ve yürürlükteki Kanunda olmayan birinci ayırımda çocuk ile ana ve çocuk ile baba arasında soybağının kurulmasına ilişkin genel kurallara yer verilmiştir.

          Bu ayırımda 282 nci maddenin birinci fıkrası, aslında doğal ve hukukî bir gerçeği dile getirmekle birlikte, Medenî Kanunun soybağını düzenleyen hükümlerinde çocuk ile baba arasında olduğu gibi, çocuk ile ana arasındaki soybağının da nasıl kurulduğunu açıklayan bir hükmün bulunması gereğini yerine getirmektedir. İkinci fıkrada, çocuk ile baba arasında soybağının kurulmasını sağlayan hukukî olaylar sayılmaktadır. Buna göre, çocuk ile baba arasında soybağının kurulmasına kaynaklık eden hukukî olaylar, seçenek olarak evlilik, tanıma veya hâkim kararıdır. Üçüncü fıkrada da soybağının kurulmasını sağlayan "evlât edinme" belirtilmektedir.

          Yürürlükteki Kanunda mevcut olmayan 282 nci madde kaleme alınırken kaynak İsviçre Medenî Kanununda yapılan ve 1978 yılı başında yürürlüğe giren değişiklik örnek alınmıştır.

          İkinci ayırım "Kocanın Babalığı" başlığını taşımaktadır. Bu ayırımda evliliğe dayalı "babalık karinesi" ile bunun sonuçları düzenlendikten hemen sonra, "sonradan evlenme" sayesinde evlilik içinde doğan çocuklara ilişkin hükümlere kendiliğinden tâbi olma, yani koca ile çocuk arasında soybağının kurulması, kocanın babalığının bu sayede hukuken kabullenilmesi olanağı da yer almakta ve yürürlükteki Kanunun ikinci fasılında olduğu gibi "Nesebin Tashihi" şeklinde bir başlık altında bağımsız bir ayırıma yer verilmemektedir.

          Bu ayırımın başlığı, çocuk ile soybağı ilişkisi kurulan kişinin, çocuğu doğuran kadın ile evli olan kişi olması hâline işaret etmek üzere "Kocanın Babalığı" şeklinde belirlenmiştir. Bu ayırımda çocuğu doğuran kadın ile evli olan veya evliliği sona ermiş bulunan kişinin çocuk ile olan soybağı düzenlenmektedir.

          Soybağının reddi konusunu düzenleyen 286 ncı maddenin ikinci fıkrasında, ilgili olan çocuğa da dava hakkının tanınması gerektiği görüşü benimsenmiştir.

          Tasarının 288 inci maddesinin birinci fıkrasında, yürürlükteki metinden farklı olarak "yüz seksen günlük süre" bir ölçü olarak zikredilmemiş, sadece "evlenmeden önce...ana rahmine düşmüşse" deyimi kullanılmıştır. Çünkü evlilik içinde ana rahmine düşmüş olma olgusunun hangi durumda kabul edileceği, yüz seksen günlük süre ölçüsü de zikredilmek suretiyle zaten bir önceki maddede düzenlenmiştir ki, o maddenin zıt anlamı, evlenmeden önce ana rahmine düşmenin ne zaman söz konusu olacağını da ortaya koymaktadır.

          Tasarının 289 uncu maddesiyle yürürlükteki Kanunda öngörülen bir aylık dava açma süresi bir ve beş yıllık süreler hâline getirilmiştir.

          "Karinelerin çakışması" kenar başlığını taşıyan 290 ıncı madde ile yürürlükteki Kanunda düzenlenmemiş olan önemli bir konu hükme bağlanmaktadır. Kaynak Kanundan esinlenerek kaleme alınan bu maddeye göre, çocuk evliliğin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün geçmeden önce doğmuş ve ana da bu arada, yani çocuk doğmadan önce yeniden evlenmiş olursa, ikinci evlilikteki koca baba sayılacaktır. Ancak bu karine âdi bir karine mahiyetindedir, yani aksi ispatlanarak çürütülebilir. Bu durumda ise, sona eren birinci evlilikteki koca baba sayılacaktır.

          Diğer ilgililerin dava hakkının düzenlendiği 291 inci maddenin ikinci fıkrasıyla, ergin olmayan çocuğun dava hakkı hükme bağlanmaktadır. Davayı çocuk adına kayyım açacaktır. Kayyım, atanma kararının kendisine tebliğinden itibaren bir yıl içinde soybağının reddi davasını açabilecektir.

          292, 293 ve 294 üncü maddeler yürürlükteki Kanunun "Nesebin Tashihi" başlığını taşıyan 247 ve devamı maddelerini karşılamaktadır. Madde sonradan evlenme yoluyla çocuk ile koca arasında soybağı kurabilme imkânını düzenlemektedir. Bu durumda çocuk kendiliğinden evlilik içinde doğan çocuklara ilişkin hükümlere tâbi olacaktır.

          Üçüncü ayırım "Tanıma ve Babalık Hükmü" başlığı altında çocuk ile babası arasındaki soybağının "tanıma" ve "babalığa mahkemece karar verilmesi" yoluyla kurulmasını düzenlemektedir. Tasarıda "sahih nesep -sahih olmayan nesep" farklılığı kaldırıldığı için tanıma ve babalık hükmü, yürürlükteki Kanunun sistematiğinden farklı olarak, soybağının hükümlerinden önce düzenlenmiştir. Tanıma ve babalık hükmü çocuk ile baba arasında "sahih olmayan (gayri sahih) nesep" değil, normal bir soybağı kurmaktadır.

          Tanımanın koşullarını ve şeklini düzenleyen 295 inci maddede, şartları varsa tanımanın babanın babası tarafından da yapılmasına imkân tanıyan yürürlükteki hükme yer verilmemiştir. Şekil konusunda yürürlükteki Kanundan farklı olarak, tanımanın resmî senet veya vasiyetname ile yapılabilmesi yanında, nüfus memuruna veya mahkemeye yazılı başvuruda bulunmak suretiyle de yapılmasına imkân sağlanmıştır.

          Dördüncü ayırımda "Evlât Edinme" düzenlenmektedir. Tasarıyla getirilen yeni düzenleme, evlât edinme konusunda büyük değişiklikleri içermektedir. Bu değişiklikler aşağıda ilgili maddelerde açıklanacaktır.

          Küçüklerin, yani henüz ergin olmamış bulunan kişilerin evlât edinilmesi, onların evlât edinen tarafından iki yıl süreyle bakılmış ve eğitilmiş olmaları koşuluna bağlanmıştır. (m.305) Bir sonraki 306 ncı madde uyarınca, evli olmayanların birlikte evlât edinmeleri mümkün olmayacak, ancak eşler birlikte evlât edinebileceklerdir. Ancak eşlerden biri en az iki yıldan beri evli olmaları veya otuz yaşını doldurmuş bulunması koşuluyla diğer eşin önceki evliliğinden olan çocuğunu evlât edinebilecektir. Bu hüküm, birinci fıkra hükmünün istisnasını oluşturmaktadır.

          Eşlerin bir kimseyi birlikte evlât edinebilmeleri için, en az beş yıldan beri evli olmaları veya otuz yaşını doldurmuş bulunmaları gerekecektir. Böylece yürürlükteki Kanunun öngördüğü yaş, otuz beşten "otuza" indirilmiş olmaktadır. Yapılan bu yeni düzenlemeyle örneğin iki yıldan beri evli olmakla birlikte otuz yaşını doldurmuş bulunan eşler evlât edinebilecekleri gibi, henüz otuz yaşını doldurmamış olmakla beraber en az beş yıldır evli olan eşler de evlât edinebileceklerdir.

          Tek başına evlât edinmenin düzenlendiği 307 nci maddeye göre, evli olmayan bir kimse otuz yaşını doldurmuş olduğu takdirde tek başına evlât edinebilecektir.

          Aynı madde uyarınca, otuz yaşını doldurmuş olan eş, diğer eşin ayırt etme gücünden sürekli olarak yoksunluğunu veya iki yılı aşkın süreden beri nerede olduğunun bilinmemesi ya da iki yıldan beri mahkeme kararıyla eşinden ayrı yaşamakta olması yüzünden birlikte evlât edinmesinin mümkün olmadığını ispat ederse, tek başına evlât edinebilecektir. Bu hüküm bir önceki maddeyle getirilen "eşlerin ancak birlikte evlât edinebilecekleri" kuralının istisnasını oluşturmaktadır.

          Tasarıyla yeni getirilen 312 nci maddenin birinci fıkrası, küçüklerin evlât edinilmek amacıyla bu işlerle görevli bir kuruma yerleştirilmesi ve ana ve babadan birinin rızasının bulunmaması hâlinde, kural olarak küçüğün yerleştirilmesinden önce, evlât edinen veya evlât edinmeye aracılık yapan kurumun istemi üzerine, hâkimin bu rızanın aranıp aranmamasına karar verebilmesini düzenlemektedir. Üçüncü fıkra ise, ana ve babadan birinin küçüğe karşı özen yükümlülüğünü yeterince yerine getirmemesi sebebiyle rızasının aranmaması kararının kendisine yazılı olarak bildirilebileceğini hükme bağlamaktadır.

          Tasarı, küçüklerin evlât edinilmesinde yürürlükteki Kanundan ayrılarak, evlât edinenin "nesebi sahih füruunun bulunmaması" şartını benimsememiş, böylece altsoyu bulunsa dahi bir kimsenin bir veya birden fazla küçüğü evlât edinebilmesine olanak tanımıştır. Oysa Tasarıda erginlerin ve kısıtlıların evlât edinilmesi, evlât edinenin altsoyunun bulunmaması koşuluna bağlanmıştır. Böylece küçükler ile erginlerin ve kısıtlıların evlât edinilmelerinde farklı bir yol izlenmiştir. Erginlerin ve kısıtlıların evlât edinebilmeleri 313 üncü maddede üç bent hâlinde şu hâllere indirgenmiştir:

          1. Bedensel veya zihinsel engelliliği sebebiyle sürekli olarak yardıma muhtaç ve evlât edinen tarafından en az beş yıldan beri bakılıp gözetilmekte ise,

          2. Evlât edinen tarafından, küçükken en az beş yıl süreyle bakılıp gözetilmiş ve eğitilmiş ise,

          3. Diğer haklı sebepler mevcut ve evlât edinilen, en az beş yıldan beri evlât edinen ile aile halinde birlikte yaşamakta ise.

          Evlât edinme kararının, evlât edinenin oturmayeri; birlikte evlât edinmede eşlerden birinin oturmayeri mahkemesince verileceği 315 inci maddeyle öngörülmüştür. Bunu izleyen maddede, evlât edinmeye ancak esaslı sayılan her türlü durum ve koşulların kapsamlı biçimde araştırılmasından ve gerektiğinde uzmanların görüşünün alınmasından sonra karar verileceği vurgulanmaktadır. Bu aşamada, evlât edinenin altsoyu varsa onların evlât edinmeyle ilgili tavır ve düşüncelerinin de değerlendirilmesi gerekecektir.

          Tasarının 320 nci maddesi yürürlükteki Kanunda düzenlenmemiş olan "evlâtlık işlemlerinde aracılık" kurumunu hükme bağlamaktadır. Uygulamada çoğu kişiler evlât edinmeyi, bir çok aileler de kendi çocuklarının evlât edinilmesini arzuladıkları hâlde, bunları bir araya getiren kurumlar ve bu kurumların yasal statülerini düzenleyen hükümler mevcut olmadığı için, Ülkemizde evlât edinme işlemleri sağlıklı ve etkin biçimde gerçekleştirilememektedir. Yeni getirilen bu madde, Ülkemizde bu alanda mevcut olan söz konusu eksikliği gidermek amacını taşımaktadır. Bu yeni hükme göre, evlât edinme işlemlerinde aracılık sadece Devletin kendi yetkili kurumları tarafından yapılabilecek, gerçek kişiler ve özel hukuk tüzel kişileri bu faaliyetleri yürütemeyeceklerdir.

          Küçüklerin evlât edinilebilmeleri için, ayırt etme gücüne sahip bulunan küçüğün rızası gerekli olduğu gibi, ana ve babasının rızası da gerekecektir. Rıza, küçüğün veya ana ve babasının oturdukları yer mahkemesinde sözlü veya yazılı olarak açıklanmak suretiyle tutanağa geçirilecektir (m.309). Ancak, rıza küçüğün doğumunun üzerinden altı hafta geçmeden önce verilemeyecektir. Ana ve babaya, verdikleri rızayı bir defa geri alabilmeleri imkânı tanınmıştır. Ancak, geri almadan sonra verilecek rıza kesin rıza sayılacaktır (m.310).

          Beşinci ayırım "Soybağının Hükümleri" başlığını taşımakta ve yürürlükteki Kanunun 259 ilâ 261 inci maddelerinin yer aldığı "Nesep Sıhhatinin Umumî Hükümleri" başlıklı dördüncü faslını karşılamaktadır.

          Çocuğun soyadı konusunun düzenlendiği 321 inci maddeye göre çocuk, ana ve baba evliyse ailenin soyadını taşıyacaktır. Eğer ana ve baba evli değilse, yani çocuk yasal olmayan bir birleşme sonucunda dünyaya gelmişse, ananın soyadını taşıyacaktır. Ancak, ana önceki evliliğinden dolayı çifte soyadı taşımakta ise, o zaman çocuk onun bekârlık (kızlık) soyadını taşıyacaktır.

          Tasarıyla yeni getirilen 323 üncü madde ana ve babanın, kendi velâyetleri altında bulunmayan, örneğin ana ve babadan alınarak başka bir kimsenin koruma ve gözetimine bırakılmış olan çocuk ile uygun bir biçimde kişisel ilişki kurulmasını isteme haklarını düzenlemektedir. Bir sonraki 324 üncü madde ise, ana ve babanın bir önceki madde uyarınca çocuk ile kurabilecekleri kişisel ilişkinin sınırlarını belirlemektedir. Buna göre, ana ve babadan herbiri diğerinin çocuk ile kişisel ilişkisini zedelemekten, çocuğun eğitilmesini ve yetiştirilmesini engellemekten kaçınmak zorundadırlar. İkinci fıkrada belirlenen hâllerde kişisel ilişki kurma hakkının reddedilmesi veya onlardan geri alınması söz konusu olacaktır.

          Yeni getirilen 325 inci madde ise olağanüstü hâllerin mevcut olması durumunda çocuğun menfaatine uygun düştüğü ölçüde çocuk ile kişisel ilişki kurulmasını isteme hakkının diğer kişilere, özellikle hısımlara da tanınabilmesini hükme bağlamaktadır. Bu ilişkilerin kurulmasıyla ilgili bütün düzenlemelerde çocuğun oturduğu yer mahkemesi yetkili kılınmıştır. (m.326) Ancak, aynı madde uyarınca, çocuk ile kişisel ilişkiye yönelik bir düzenleme yapılıncaya kadar, velâyet hakkına sahip veya çocuk kendisine bırakılmış olan kimsenin rızası dışında kişisel ilişki uygulanması mümkün olmayacaktır. Örneğin çocuğun korunması ve gözetimi bir başka kimseye bırakılmışsa, mahkemece düzenleme yapılıncaya kadar ana ve baba, çocuğun kendisine bırakıldığı bu kimsenin rızası olmadıkça çocukları ile kişisel ilişki kuramayacaklardır.

          Çocuğun bakımıyla ilgili olarak getirilen yeni 328 inci madde, ana ve babanın bakım borcunun çocuğun ergin olmasına kadar devam edeceğini, ancak çocuk ergin olmuş olsa bile bakım borcunun çocuğun eğitiminin sona ermesine kadar ana ve babadan durum ve koşullara göre beklenebilecek ölçüde olmak üzere devam edeceğini hükme bağlamaktadır.

          Tasarının 329 uncu maddesi yürürlükteki Kanunda mevcut olmayan "nafaka davası açma hakkı"nı düzenlemektedir. Buna göre, küçüğe fiilen bakan ana veya baba diğerine karşı doğrudan doğruya kendi adına nafaka davası açabilecektir. Küçük de ayırt etme gücüne sahip ise nafaka davası açabilecek, sahip değilse onun adına bu davayı atanacak kayyım veya vasi açabilecektir. Nafaka miktarı çocuğun ihtiyaçları ile ana ve babanın hayat koşulları ve ödeme güçleri dikkate alınarak belirlenecek ve her ay peşin olarak ödenecektir. Durumun değişmesi hâlinde hâkim, istem üzerine nafaka miktarını yeniden belirleyecek veya kaldıracaktır.

          Babalık davası ile birlikte nafaka istenir ve hâkim, babalık olasılığını kuvvetli bulursa, hükümden önce çocuğun ihtiyaçları için uygun bir nafakaya karar verebilecektir. Soybağı tespit edilirse davalı uygun nafaka miktarını depo etmeye veya geçici olarak ödemeye mahkûm edilebilecektir.

          Yürürlükteki Kanunda bulunmayan yeni bir maddede (m.334) ana ve babanın nafaka yükümlülüklerini ileride de yerine getirmeyeceklerine dair veri oluşturan bazı hâller sayılmakta ve bunların varlığı hâlinde hâkimin, ana ve babayı uygun bir güvence sağlamaya mahkûm edebileceği yahut başka önlemlerin alınmasına karar verebileceği hükme bağlanmaktadır.

          Altıncı ayırım "Velâyet" konusunu düzenlemektedir. Bu ayırım yürürlükteki Kanunun yedinci babının beşinci faslını karşılamaktadır. Bu ayırımda yer alan maddelerin bazıları İsviçre Medenî Kanununun 1976 tarihli değişikliğinden esinlenilerek düzenlenmiş, bazıları yürürlükteki Kanundan, bazıları ise 1984 tarihli Öntasarıdan alınmıştır.

          Tasarının 335 inci maddesinde ergin olmayan çocuklar üzerinde velâyet hakkının ana ve babaya ait olduğu kuralı tekrarlandıktan sonra, 336 ncı maddede evlilik devam ettiği sürece ana ve babanın velâyeti birlikte kullanacakları vurgulanmaktadır. Yürürlükteki Kanunun velâyetin yürütülmesinde ana ve babanın anlaşamamaları hâlinde babanın oyuna üstünlük tanıyan 263 üncü maddesindeki hüküm, kadın-erkek eşitliğini bozmakta olduğundan Tasarının bu maddesine alınmamıştır.

          Tasarıya yeni konulan 337 nci maddeyle, ana ve baba evli değilse velâyetin anaya ait olduğu hükme bağlanmıştır. Ancak, aynı maddede ananın küçük, kısıtlı veya ölmüş olması ya da velâyetin kendisinden alınmış olması durumunda, hâkimin çocuğun menfaatine göre çocuğa vasi atama ya da velâyeti babaya verme konusunda yetkili olduğu açıklanmaktadır.

          Yürürlükteki Kanunda düzenlenmemiş olan bir başka konu da yeni 338 inci maddeyle hükme bağlanmıştır. Buna göre, eşler ergin olmayan üvey çocuklarına da özen ve ilgi göstermekle yükümlüdürler. Bir eş, kendi çocuğu üzerinde velâyeti kullanan eşine uygun bir şekilde yardımcı olacak, hatta durum ve koşullar zorunlu kılarsa çocuğun ihtiyaçları için onu temsil edecektir. Bu madde hükmü, bir sosyal ahlâk gerekliliğini, Medenî Kanunda yer alan bir özel hukuk kuralı düzeyine çıkarmaktadır.

          "Çocuk Malları" başlığını taşıyan yedinci ayırımda düzenlenen maddelerde yürürlükteki Kanuna nazaran büyük ve önemli değişiklik olmamıştır.

          Değişiklik getiren bir hüküm 354 üncü maddededir. Yürürlükteki Kanun çocuk malları üzerinde istifade (yararlanma) hakkı tanırken, Tasarı daha sınırlı bir anlamı olan "kullanma" deyimini tercih etmiş, böylece de çocuğu korumak amacıyla, ana ve babanın çocuk mallarını sadece kullanabilecekleri, onlardan yararlanamayacakları hükme bağlanmıştır.

          355 inci maddeyle getirilen değişiklik, çocuk mallarının gelirlerinin çocuğa sarfedilmesinden sonra artan kısmın aile ihtiyacına sarfedileceği, kalanın ise çocuğun mallarına katılacağı şeklindedir.

          Kısmen kaynak Kanunun 320 nci maddesinden alınan yeni 356 ncı maddede, çocuğa yapılan sermaye biçimindeki ödemelerin, tazminat ödemelerinin ve maddî değeri olan benzeri edimlerin, olağan ihtiyaçlar gerektirdiği ölçüde çocuğun bakımı için kısmen kullanılabileceği hükme bağlanmaktadır. İkinci fıkra, çocuğun bakımı, eğitimi ve yetiştirilmesi için zorunluluk varsa, hâkimin ana ve babaya, belirlediği miktarlarda çocuğun diğer mallarına da başvurma yetkisi tanıyabileceğini belirtmektedir.

          Tasarının 359 uncu maddesinde yürürlükte olan Kanundaki "küçüğün kazancının, yanlarında yaşadığı sürece, ana ve babaya ait olduğuna" ilişkin hükme yer verilmemiş, ancak ana ve baba ile birlikte yaşayan çocuğun kendi bakımı için uygun bir katkıda bulunması esası getirilmiştir. Bir önceki 358 inci maddede de yeni bir hüküm olarak ölüme bağlı tasarruf yoluyla çocuğun saklı payının ana ve babanın yönetimi dışında bırakılabileceği hükme bağlanmıştır.

          Çocuk mallarının geri verilmesinde ana ve babanın sorumluluğu yürürlükteki Kanundan farklı biçimde düzenlenmiştir. Yürürlükteki Kanun onların intifa hakkı sahibi gibi sorumlu olacaklarını öngörmüş iken, Tasarı onları "vekil" gibi sorumlu tutmaktadır.

        2. Aile Bölümü

          Bu bölüm "Nafaka Yükümlülüğü", "Ev Düzeni" ve "Aile Malları" başlıklarını taşıyan üç ayırımdan oluşmaktadır.

          Ayırımın başlığında yer alan "Nafaka" terimi eski bir terim olmakla beraber, uygulamada geniş ölçüde alışılmış ve anlamı herkes tarafından bilinmekte olduğundan, değiştirilmesi yoluna gidilmeyerek aynen korunmuştur.

          Birinci ayırımda 364 üncü maddeye eklenen üçüncü fıkrayla eşin ve ana ve babanın bakım borçlarına ilişkin hükümlerin saklı olduğu vurgulanmıştır.

          Kaynak Kanundan esinlenerek kaleme alınan yeni 366 ncı madde, korunmaya muhtaç kişilerin bakımının bununla yükümlü kurumlar tarafından sağlanacağını öngörmektedir. Esasında bu hükümle korunmaya muhtaç kişilere ilişkin özel kanunlara yollama yapılmaktadır. Maddede özellikle "korunmaya muhtaç çocuklardan" değil, fakat "korunmaya muhtaç kişilerden" söz edilmektedir. Bu kurumlar, söz konusu kişiler için yaptıkları giderleri nafaka yükümlüsü hısımlarından isteyebileceklerdir.

          İkinci ayırımda "Ev Hakimiyeti" düzenlenmektedir.

          367 nci madde, sadece "aynı çatı altında" sözcüklerinin çıkarılması suretiyle, yürürlükteki Kanundan aynen alınmıştır. 368 inci maddede yapılan tek değişiklik, ev başkanının göstermesi gereken özenle ilgilidir. Yürürlükteki metinde bu özen, ev başkanının kendi eşyasına göstereceği özen ile aynı iken, maddede bu ölçüden ayrılınmış ve somut olayın özelliğine göre gösterilmesi gereken objektif bir özen aranmıştır.

          Ev başkanının sorumluluğunu düzenleyen 369 uncu maddeye, yürürlükteki Kanunun 320 nci maddesindeki hükme ilâveten, "bu dikkat ve özeni gösterseydi dahi zararın meydana gelmesini engelleyemeyeceğini" deyimi konulmuş, böylece ev başkanının Borçlar Kanununun 55 ve 56 ncı maddelerinde olduğu gibi sorumluluktan kurtulabilmesi olanağı kabul edilmiştir.

          Tasarıya konulan yeni 370 ve 371 inci maddeler uyarınca talep edilebilecek denkleştirme bedelinin istenmesi zamanı düzenlenmektedir.

          "Aile Malları" başlığını taşıyan üçüncü ayırımda yer alan hükümlerde esasa ilişkin önemli değişiklik yapılmamış, sadece bazı deyim ve terimler arılaştırılmıştır. "Aile şirketi emvali" eskimiş bir terim olduğundan "Aile malları ortaklığı" şeklinde; "Hissei temettü şartiyle şirket" terimi ise "Kazanç paylı aile malları ortaklığı" şeklinde değiştirilmiştir.

      3. VESAYET KISMI

        Aile hukuku kitabının üçüncü kısmında düzenlenen vesayet, "Vesayet Düzeni", "Vesayetin Yürütülmesi" ve "Vesayetin Sona Ermesi" başlıklarını taşıyan üç bölümden oluşmaktadır.

        Vesayet kısmında düzenlenmekte olan kurumlarda ve bunlara ilişkin hükümlerde önemli ve esaslı değişiklikler söz konusu değildir. Daha çok şekle ilişkin olarak bazı terim ve deyimler arılaştırılmış, bu suretle maddelerin içerikleri ile uyum sağlanmış ve hükümlerin daha kolay anlaşılması mümkün hâle getirilmiştir. Örneğin alışılmış olmaları sebebiyle vesayet, vasi, vesayet makamı, aile meclisi ve kayyım terimleri aynen korunurken, "kanunî müşavir" yerine "yasal danışman" terimi tercih edilmiştir. Aynı şekilde "vesayet teşkilâtı" yerine "veyaset düzeni"; "vesayet uzuvları" yerine "vesayet organları" terimlerine yer verilmiştir.

        1. Vesayet Düzeni Bölümü

          Özel vesayetin kurulmasında istemde bulunacakları belirleyen 399 uncu maddeye, yürürlükteki metinde geçen "vesayet altındaki kimsenin yakın kan veya sıhrî hısımlarından iki reşidin" deyimi yerine, "vesayet altına alınan kişinin fiil ehliyetine sahip iki yakın hısımının" deyiminin konulması tercih edilmiştir.

          "Vesayeti Gerektiren Hâller" başlığını taşıyan ikinci ayırımda istek üzerine kısıtlanmayı düzenleyen 408 inci maddede sayılan hâllere "ağır hastalık" hâli de eklenmiştir.

          Yürürlükteki Kanunun 356 ncı maddesini karşılayan 406 ncı maddenin kenar başlığı arılaştırılmış, ayrıca hem kenar başlığında, hem de madde metninde "ayyaşlık" yerine "alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı" deyiminin kullanılması uygun görülmüştür. Bu suretle ayyaşlığın sadece alkol bağımlılığını ifade etmediği vurgulanmıştır.

          409 uncu maddede akıl hastalığı veya akıl zayıflığı sebebiyle kısıtlamaya ancak resmî sağlık kurulu raporu üzerine karar verilebileceği hükmü getirilmiş, bu suretle herhangi bir hekimin raporuyla karar verme imkânı ortadan kaldırılmıştır.

          "Vasinin atanması" başlıklı dördüncü ayırımda vasiliği kabul yükümlülüğünü düzenleyen maddede yapılan değişiklikle, bu yükümlülüğün sadece erkekler için değil, fakat kadınlar için de öngörüldüğünü vurgulamak üzere yürürlükteki Kanunda yer alan "erkekler" sözcüğü "vasiliğe atananlar" şekline dönüştürülmüştür. Böylece erkekler aleyhine bozulan eşitlik de giderilmiş olmaktadır.

          Vasilikten kaçınma sebeplerini düzenleyen 417 nci maddeye yürürlükteki metinde sayılanlardan başka Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu üyeleri, hâkimlik ve savcılık mesleği mensupları da eklenmiş, böylece kaçınabileceklerin alanı bir ölçüde genişletilmiştir.

          Beşinci ayırımın başlığı yürürlükteki Kanunda "Kayyımlık" iken Tasarıda bu başlığa "Yasal Danışmanlık" da eklenmiştir. Zira bu ayırımda aynı zamanda yasal danışmanlık da düzenlenmektedir.

          429 uncu maddenin kenar başlığı yürürlükteki Kanunda "Mahdut ehliyet" tir. Oysa bu maddede ehliyet konusu değil, "yasal danışmanlık" düzenlenmektedir. Bu sebeple başlık "Yasal danışmanlık" olarak değiştirilmiştir. Ayrıca madde içerisinde de "reyi alınmak üzere müşavir" yerine "yasal danışmanı" deyimi kullanılmıştır. Maddenin birinci bendinde "husumet" deyimiyle kastedilen, "dava açma"dır. Bu sebeple "dava açma" şeklinde terim değişikliği yapılmıştır.

          Yürürlükteki Kanunda beş ayırımdan (fasıldan) oluşan birinci bölüm (bab), Tasarıda "Koruma Amacıyla Özgürlüğün Kısıtlanması" başlıklı yeni bir ayırımın eklenmesiyle altı ayırımdan oluşur duruma gelmiştir.

          Yürürlükteki Kanunda ve 1984 tarihli Öntasarıda mevcut olmayan bu altıncı ayırım, İsviçre Medenî Kanununda 1 Ocak 1981 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan yeni düzenlemeden esinlenerek ve aynı düzenlemenin Ülkemiz için de gerekli ve yararlı olduğu düşünce ve inancıyla Tasarıya alınmıştır. Nitekim aynı ihtiyaç Anayasamızın 19 uncu maddesinde de açıkça ifade edilmiştir.

          432 nci madde ve onu izleyen maddelerde, kişinin korunması amacıyla özgürlüğünün kısıtlanması söz konusu olup, bu denli önemli bir konunun koşulları, hüküm ve sonuçları, bir takım özel hükümlerin konulmasını gerektirmiştir.

          432 nci maddede kişinin bir kuruma yerleştirilmesi veya alıkonulması belli sebeplere bağlanmıştır. Bunlar toplum için tehlike oluşturan akıl hastalığı, akıl zayıflığı, alkol veya uyuşturucu madde bağımlığı, ağır tehlike arzeden bulaşıcı hastalık veya serserilik hâlleridir. Ağır tehlike arzeden hastalıkların neler olduğunun belirlenmesi tıp biliminin işi olmakla beraber, buraya AIDS, ilerlemiş verem, kolera ve veba gibi bulaşıcı hastalıkların gireceği düşünülebilir. Madde sadece ergin kişilerin bir kuruma yerleştirilmesini veya kurumda alıkonulmasını öngörmektedir. Ergin olmayan kişiler, yani küçükler bu maddenin kapsamına girmemektedir. Bu kişilere ilişkin koruma önlemleri daha önceki maddelerde hükme bağlanmıştır. Ergin kişinin bu madde uyarınca bir kuruma yerleştirilmesi veya kurumda alıkonulması için, kısıtlı olup olmaması önemli değildir. Kısıtlı olmamasına karşın eğer maddede sayılan sebeplerden biri söz konusu ise, yani kişi toplum için bir tehlike oluşturuyor ise, bu kişi bir kuruma yerleştiril

          ebilecek ya da kurumda alıkonulmaya devam edilecektir.

          433 ve devamı maddelerde bu konuda karar vermeye yetkili vesayet makamı, bildirim yükümlülüğü, itiraz, usul ve yargılama usulü konuları düzenlenmektedir.

        2. Vesayetin Yürütülmesi Bölümü

          Bu bölüm "Vasinin Görevleri", "Kayyımın Görevleri", "Vesayet Dairelerinin Görevleri" ve "Vesayet Organlarının Sorumluluğu" başlıklarını taşıyan dört ayırımdan oluşmaktadır.

          Birinci ve daha sonraki ayırımlarda esasa ilişkin olarak büyük ve önemli değişiklik yapılmamış, bazı küçük değişikliklerle yetinilmiştir. Örneğin yürürlükteki Kanunun 392 nci maddesinde vasinin bağış yapamayacağı öngörülmüş iken, Tasarının bu maddeyi karşılayan 449 uncu maddesinde yapılması yasak olan bağışın "önemli" olması şartı getirilmektedir.

          454 üncü maddenin kenar başlığı "malların idaresi" yerine "malvarlığının yönetilmesi" şeklinde değiştirilmiştir. Çünkü burada mallar değil, malvarlığının kül hâlinde yönetilmesi söz konusudur. Aynı şekilde 451 inci maddenin kenar başlığı da içeriğiyle uyumlu olmak üzere "vesayet altındaki kişinin yapabileceği işler" şeklinde kaleme alınmıştır. Yürürlükteki maddenin kenar başlığı ise "Küçüğün tasarrufu" şeklindedir.

          Vasilik süresi yürürlükteki Kanunda dört yıl iken, yeni düzenlemede bu süre kaynak Kanuna da uygun olarak iki yıla indirilmiştir.

          Vesayet organlarının sorumluluğunun düzenlendiği dördüncü ayırımda, vesayet ve denetim makamı gibi organlarda görevli olanların haksız fiilleriyle verdikleri zararlardan dolayı Devlet'in doğrudan doğruya sorumlu olması esası getirilmiştir. Aynı maddede Devlet, vasi, kayyım ve yasal danışmanların verdikleri zararlardan da sorumlu tutulmuştur. Ancak, burada Devletin sorumluluğu, bu kişilerin zararı ödeyememeleri hâlinde ikinci derecede bir sorumluluk olarak düzenlenmiştir.

        3. Vesayetin Sona Ermesi Bölümü

          Bu bölüm "Vesayeti Gerektiren Hâllerin Sona Ermesi", "Vasilik Görevinin Sona Ermesi" ve "Vesayetin Sona Ermesinin Sonuçları" olmak üzere üç ayırımdan oluşmaktadır.

          Bu ayırımlarda esasa ilişkin önemli değişiklik yapılmamıştır. Değişiklikler daha çok şekil ve ifadenin arılaştırılması yönünde olmuştur.

          Esasa ilişkin bir değişiklik, yürürlükteki Kanunun 429 uncu maddesinde hafif yolsuzlukta sulh mahkemesi tarafından vasiye verilmesi öngörülen yirmi beş liralık para cezasının, bu maddeyi karşılayan 485 inci maddeden kaldırılması olmuştur. Zira Medenî Kanunda para cezasına ilişkin bir hükmün yer alması söz konusu olmamak gerekir.

    4. MİRAS HUKUKU

      Tasarının "Miras Hukuku" başlığını taşıyan üçüncü kitabı iki kısımdan oluşmaktadır. Bunlar "Mirasçılar" ve "Mirasın Geçmesi" başlıkları altında düzenlenmektedir.

      1. MİRASÇILAR KISMI

        Bu kısım biri "Yasal Mirasçılar" diğeri "Ölüme Bağlı Tasarruflar" olmak üzere iki bölüme ayrılmıştır.

        1. Yasal Mirasçılar Bölümü

          Tasarının 497 nci maddesine eklenen yeni bir hükümle, büyük analar ve büyük babaların kendi çocukları yani mirasbırakanın amcası, halası, dayısı veya teyzesi hayatta iseler, mirasbırakandan önce ölmüş olan büyük analar ve büyük babalara düşen miras paylarının onların çocuklarına, yani yukarıda sayılan kişilere geçmesi imkânı sağlanmıştır. Yürürlükteki Kanunun 441 inci maddesinde 14.11.1990 tarihli ve 3678 sayılı Kanunla yapılmış olan değişiklik, söz konusu miras paylarının bu kişilere geçmesini önlemektedir. Bu ise, Türk toplumunun aile yapısı ve amca, hala, dayı ve teyze ile yeğenleri arasındaki aile bağlarına ters düşmektedir. Bu sebeple, yapılan değişiklik sayesinde sağ kalan eş varsa, büyük analar ve büyük babalardan birinin mirasbırakandan önce ölmüş olması hâlinde, ona düşen pay kendi çocuğuna, yani mirasbırakanın amca, hala, dayı veya teyzesine geçecektir.

          500 üncü maddede, yürürlükteki 447 nci maddede geçen "kendisini evlât edinen kimseye, nesebi sahih füruu gibi mirasçı olurlar" ifadesi tamamen çıkarılmış, bunun yerine evlâtlığın "evlât edinene kan hısımı gibi mirasçı olurlar" ifadesi konulmuştur. Zira yeni düzenlemeyle sahih- sahih olmayan nesep ayırımı kaldırılmış bulunmaktadır.

          501 inci maddeye, bunu karşılayan 448 inci maddede "Hazine" sözcüğü yerine daha doğru olan "Devlet" sözcüğü konulmuştur. Zira mirasçı olan Devlettir.

        2. Ölüme Bağlı Tasarruflar Bölümü

          Bu bölüm "Tasarruf Ehliyeti", "Tasarruf Özgürlüğü", "Ölüme Bağlı Tasarrufların Çeşitleri", "Ölüme Bağlı Tasarrufların Şekilleri", "Vasiyeti Yerine Getirme Görevlisi", "Ölüme Bağlı Tasarrufların İptali ve Tenkisi" ve "Miras Sözleşmesinden Doğan Davalar" başlıklarını taşıyan yedi ayırımdan oluşmaktadır.

          Birinci ayırımda yer alan ve yürürlükteki Kanunun 450 nci maddesini karşılayan 503 üncü maddeye, miras sözleşmesi yapabilmek için, tasarrufta bulunanın "kısıtlı olmaması" koşulu da eklenmiş, böylece bilimsel ve yargısal içtihatlardaki görüşlerle uyum sağlanmıştır.

          Yürürlükteki 451 inci maddenin "Batıl tasarruflar" şeklindeki kenar başlığı, bunu karşılayan 504 üncü maddede doğru ve içeriğine uygun olarak "İrade sakatlığı"na dönüştürülmüştür. Zira maddede bu konu düzenlenmektedir.

          "Tasarruf Özgürlüğü" başlığını taşıyan ikinci ayırımın saklı payları düzenleyen 506 ncı maddesinde, mirasbırakanın tasarruf özgürlüğünün genişletilmesi yönündeki eğilimler göz önünde tutularak saklı pay oranları yeniden belirlenmiştir. Saklı paylı mirasçılarda değişiklik yapılmamış, sadece onların alacakları saklı payların azaltılması yoluna gidilmiştir. Maddenin dördüncü bendinde sağ kalan eşin saklı payı belli miktarda artırılmıştır. Yürürlükteki Kanunun 453 üncü maddesinin ikinci fıkrası, indirilmiş saklı pay oranlarıyla ilgilidir. Sağ kalan eş dışındaki saklı pay sahibi mirasçıların saklı pay oranları oldukça düşürülmüş olduğundan, bu fıkra hükmü yeni düzenlemede maddeye alınmamıştır.

          Yürürlükteki Kanunun 457 nci maddesinde mirasçılıktan çıkarma sebebi olarak "ağır bir cürüm" öngörülmüş iken, Tasarının bunu karşılayan 510 uncu maddesinde bunun yerine "ağır bir suç" deyimi kullanılmıştır. Kaynak Kanun da "cürüm" yerine "suç" sözcüğünü kullanmaktadır.

          Tasarının 513 üncü maddesinde yürürlükteki metinde geçen "keenlemyekün" sözcüğü yerine "iptal olunur" deyimi kullanılmıştır. Bu suretle genel ilkeye uygun olarak mirasçılıktan çıkarma tasarrufunun kendiliğinden hükümsüz kalması yerine, iptal edilmesi gereği kabul edilmiştir. Bunun sonucu olarak buradaki iptal davası da ölüme bağlı tasarrufların iptaline ilişkin 557 nci madde hükümlerine tâbi tutulmuştur.

          Üçüncü ayırımda ölüme bağlı tasarrufların çeşitleri düzenlenmektedir. Yürürlükteki Kanunun 464 üncü maddesinin kenar başlığı "Muayyen bir malda tasarruf" şeklindedir. Bunun yerine 517 nci maddenin kenar başlığında "belirli mal bırakma" deyimi kullanılmış, böylece konunun daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Mirasbırakanın belli bir malını bir başkasına bırakması, bu hükme göre o kimsenin mirasbırakan tarafından mirasçı olarak atandığı anlamına gelmez.

          520 nci maddenin kenar başlığı, yürürlükteki 467 nci maddedeki "Alelâde ikame" yerine "Yedek mirasçı atama"; 468 inci maddenin kenar başlığı olan "Fevkalâde ikame" yerine de 521 inci maddenin kenar başlığı "Ardmirasçı atama" şekline dönüştürülmüştür.

          Yürürlükteki Kanunun 473 üncü maddesini karşılayan 526 ncı maddeye eklenen ikinci fıkrayla, ölüme bağlı tasarrufla kurulması öngörülen vakfın, mirasın açılması anında değil, ancak bundan sonraki yasal koşulların gerçekleşmesiyle tüzel kişilik kazanacağı vurgulanmıştır.

          Dördüncü ayırımda ölüme bağlı tasarrufların şekilleri düzenlenmektedir.

          Yürürlükteki Kanunun 482 nci maddesinde geçen "okuyamama veya imza edememe" yerine bu maddeyi karşılayan 535 inci maddede "bizzat okumaz veya okuyamazsa ve bizzat imzalamaz veya imzalayamazsa" ifadesi kullanılmıştır. Zira bu madde sadece okuyup yazamayan kişilerin vasiyetnamesini düzenlememektedir. Burada okuyup yazma bildiği hâlde, bedensel bir engelliliği nedeniyle imza yeteneğine sahip olmayan kişilerin vasiyeti de söz konusudur.

          536 ncı maddenin kenar başlığı maddenin içeriğine uygun olarak "Düzenlemeye katılma yasağı" şeklinde değiştirilmiştir. Maddeye kaynak Kanunun 503 üncü maddesinin ikinci fıkrasına paralel olarak ikinci fıkra eklenmiş, böylece bize alınmamış olan ikinci fıkranın yarattığı tereddütler de giderilmeye çalışılmıştır.

          El yazılı vasiyetnamenin düzenlendiği 538 inci maddede "yer" koşulu metinden çıkarılmıştır. Yer koşulu Fransız Medenî Kanununda da bulunmadığı gibi, daha önce hazırlanan 1971 ve 1984 tarihli Öntasarılar da yer koşulunu metne almamışlardır.

          Sözlü vasiyetin düzenlendiği 539 uncu maddede, yürürlükteki metinde geçen "salgın hastalık" yerine sadece "hastalık" deyimine yer verilmiş, böylece sadece hastalık durumu, sözlü vasiyet için yeterli görülmüştür. Üçüncü fıkrada, tanıkların okur yazar olması şartı aranmamıştır. 540 ıncı maddeye eklenen yeni üçüncü fıkra ile ülke dışında seyreden bir ulaşım aracında yapılan sözlü vasiyetin sorumlu yöneticiye; sağlık kurumlarında tedavi edilmekte olanların vasiyetinin sağlık kurumunun en yetkili yöneticisine tevdi edilmesi imkânı getirilmiştir.

          546 ncı maddenin ikinci fıkrasında, mirasbırakanın miras sözleşmesinden tek taraflı olarak dönebilmesi için öngörülen davranışların, miras sözleşmesinin yapılmasından sonra olması koşuluna yer verilmiştir.

          Yürürlükteki Kanunun 495 inci maddesi, ölenin mirasçılarının ölüm tarihinde elde kalan miktarı geri vermekle yükümlü olduklarını öngörmüştür. Bu hüküm haksızlıklara yol açtığından yeni düzenlemede 548 inci maddede "ölüm tarihindeki zenginleşmeyi geri isteyebilirler" şeklinde düzeltilmiştir.

          "Vasiyeti Yerine Getirme Görevlisi" başlıklı beşinci ayırımda bazı değişiklikler yapılmıştır. Bu ayırımda yer alan yürürlükteki hükümlerin yetersizliği bilimsel içtihatlarda eleştiri konusu olmuştur. Bu eleştiriler dikkate alınarak Alman Medenî Kanununun 2197 ilâ 2228 inci maddeleri ile İtalyan Medenî Kanununun 700 ilâ 711 inci maddeleri göz önünde tutularak bu ayırıma yedi madde tahsis edilmiştir.

          Bu maddelerde birden çok atanma hâlinde uyulacak esaslar, vasiyeti yerine getirme görevlisinin görev ve yetkileri, tereke malları üzerinde hangi koşullarda tasarrufta bulunabileceği, görevinin sona ermesi, denetlenmesi, sorumluluğu gibi konular düzenlenmektedir.

          Altıncı ayırım "Ölüme Bağlı Tasarrufların İptali ve Tenkisi" başlığını taşımaktadır. Yürürlükteki 499 uncu maddede yer alan ilk üç bentte değişiklik yapılmamış, bu maddeyi karşılayan 557 nci maddeye eklenen yeni dördüncü bentle şekle aykırılığın da iptal sebebi oluşturduğu hükme bağlanmıştır. 558 inci maddenin üçüncü fıkrasında yürürlükteki 500 üncü maddeden farklı olarak "vasiyetnamenin tanzimine iştirak edenlere veya aileleri efradından birine" ifadesi yerine "ölüme bağlı tasarrufla kendilerine, eşlerine veya hısımlarına" ifadesi kullanılmıştır.

          Yürürlükteki 501 inci madde iptal davaları için belirtilen süreleri zamanaşımı olarak öngörmektedir. Oysa bu sürelerin zamanaşımı değil, hak düşümü süresi olduğu görüşü ağır basmaktadır. Bu sebeple süreler 559 uncu maddede hak düşümü süresi olarak düzenlenmiştir. Yürürlükteki maddede öngörülen otuz yıllık süre 713 üncü maddede olduğu gibi kaynak Kanundan ayrılmak suretiyle iki madde arasında paralellik sağlamak amacıyla 559 uncu maddede yirmi yıla indirilmiştir.

          Yürürlükteki 506 ncı maddenin "Muayyen bir şeyin vasiyeti" şeklindeki kenar başlığı 564 üncü maddenin kenar başlığında "Bölünmez mal vasiyetinde" şeklinde değiştirilmiştir. Yürürlükteki madde bu konuyu ölüme bağlı tasarruf açısından düzenlemekte ise de, Yargıtay içtihatları bunun belirli mala ilişkin sağlararası kazandırmaların tenkisinde de uygulanmasını kabul etmektedir. İşin mahiyetine uygun olan bu çözüm kabul edilerek maddeye yeni ikinci fıkra eklenmiştir.

          Yürürlükteki 511 inci maddede geçen "batıldır" sözcüğü bu maddeyi karşılayan 569 uncu maddeye alınmamıştır. Burada butlan değil, tasarrufun tenkisi söz konusudur. Madde buna uygun olarak kaleme alınmıştır.

          513 üncü maddede öngörülen süreler zamanaşımı süresi olarak düzenlenmiştir. Oysa bilimsel görüşler ve İsviçre Federal Mahkemesi bu sürenin hak düşümü süresi olduğunu kabul etmektedir. Bu sebeple bunu karşılayan 571 inci madde hem kenar başlığı, hem de içeriği itibarıyla değiştirilerek, bu sürenin hak düşürücü süre olduğu hükme bağlanmıştır.

          "Miras Sözleşmesinden Doğan Davalar" başlığını taşıyan yedinci ayırımda düzenlenen 572 nci madde kaynak Kanuna uygun olarak üç fıkra hâline getirilmiş, yürürlükteki metinde geçen "mallarını teslim eylediği" sözcüğü yeni düzenlemede "malvarlığını miras sözleşmesiyle atadığı mirasçıya devretmişse" olarak kaleme alınmıştır.

          Yürürlükteki 515 inci maddenin kenar başlığı "B. Tenkis I. Geri verme"dir. Bu başlık isabetli değildir. Zira bu madde mirastan feragat durumunda tenkis; bunu izleyen 516 ncı madde ise geri verme konularını düzenlediğinden, kenar başlıklar bu maddeleri karşılayan 573 ve 574 üncü maddelerde düzeltilmiştir. Ayrıca 515 inci maddede geçen "mallar" sözcüğü yerine, daha üst ve geniş bir kavram olarak kaynak Kanunun 535 inci maddesinde de kullanılan "edimler" deyimine 573 üncü maddede yer verilmiştir.

          Yürürlükteki 516 ncı maddenin "Muhayyerlik" şeklindeki kenar başlığı, bu maddeyi karşılayan 574 üncü maddenin kenar başlığında "Geri verme" şekline dönüştürülmüştür.

      2. MİRASIN GEÇMESİ KISMI

        Bu kısım "Mirasın Açılması", "Mirasın Geçmesinin Sonuçları" ve "Mirasın Paylaşılması" başlıklarını taşıyan üç bölümden oluşmaktadır.

        1. Mirasın Açılması Bölümü

          Bu bölümdeki hükümlerde de bir takım değişiklikler yapılmıştır.

          Yürürlükteki 517 nci maddenin kenar başlığı "A. Açılma sebebi" şeklindedir. Oysa burada mirasın hangi anda açıldığı ve terekenin hangi andaki değerinin esas alınacağı hususları düzenlenmekte olduğundan, bu maddeyi karşılayan 575 inci maddenin kenar başlığı "Açılma ve değerlendirme anı" şeklinde değiştirilmiştir.

          576 ncı maddenin birinci fıkrasında, miras malları nerede bulunursa bulunsun miras işlerinin tek elden, yani aynı mahkeme tarafından yürütülmesinin uygun olacağı düşüncesiyle, mirasın malvarlığının tamamı için mirasbırakanın yerleşim yerinde açılacağı düzenlenmiş, yürürlükteki metinde yer alan "mahkeme" sözcüğü yeni metne alınmamıştır. Çünkü mahkeme sözcüğü, mirasın mutlaka bir dava veya mahkemeye yapılacak bir başvuru ile açılacağı izlenimini yaratmaktadır.

          Yürürlükteki 519 uncu maddenin "Ehliyet" şeklindeki konu başlığı bu kez 577 nci maddenin konu başlığında "Mirasa ehliyet" şeklinde ifade edilmiştir. Zira burada söz konusu olan, genel anlamda fiil ehliyeti değil, mirasçı olabilme ehliyetidir.

          581 inci maddenin ikinci fıkrasının yeni düzenlemesinde, mirasbırakandan önce ölmüş olan vasiyet alacaklısının vasiyet alacağı hakkının mirasçılarına geçmeyeceği hükme bağlanarak, mirasçının haklarının kendi mirasçılarına geçeceğine ilişkin hükmün aksine bir hüküm getirilmiş olmaktadır. Bu durumda vasiyet alacağı vasiyet alacaklısının mirasçılarına geçmeyecek, vasiyeti yerine getirmekle yükümlü olan mirasçılar lehine ortadan kalkacaktır. Ancak, bu düzenleme emredici nitelikte değildir, mirasbırakan dilerse aksini kararlaştırabilir.

        2. Mirasın Geçmesinin Sonuçları Bölümü

          "Mirasın Geçmesinin Sonuçları"nın düzenlendiği bu bölüm, "Koruma Önlemleri", "Mirasın Kazanılması", "Resmî Defter Tutma", "Resmî Tasfiye" ve "Miras Sebebiyle İstihkak Davası" ayırımlarından oluşmaktadır.

          Birinci ayırımın "İhtiyatî Tedbirler" şeklindeki başlığı yeni düzenlemede "Koruma Önlemleri" şeklinde değiştirilmiştir.

          589 uncu maddeye yeni eklenen bir fıkrayla, koruma önlemleriyle ilgili giderlerin, ileride terekeden alınmak üzere, istemde bulunan kişi tarafından; eğer önleme hâkim re’sen karar vermişse Devlet tarafından karşılanması esası kabul edilmiştir.

          598 inci maddenin kenar başlığı, yürürlükteki 538 inci maddenin "Malların itası" şeklindeki kenar başlığının içeriğiyle uyumlu olmaması sebebiyle "Mirasçılık belgesi" şeklinde ifade edilmiştir. Yürürlükteki madde sadece atanmış mirasçılara mirasçılık belgesi verilmesini öngörmektedir. Oysa yasal mirasçıların da böyle bir belgeye ihtiyaç duyduklarına şüphe yoktur. Bu sebeple yeni düzenlemede yasal mirasçılara da yer verilmiştir.

          İkinci ayırımda mirasın kazanılması düzenlenmektedir.

          Yürürlükteki Kanunun 549 uncu maddesini karşılayan 609 uncu maddeye eklenen yeni iki fıkra ile reddin şekli ve ret iradesinin açıklanması üzerine yapılacak işlemlere açıklık getirilmiştir.

          Yürürlükteki Kanunun 553 üncü maddesini karşılayan 613 üncü madde yeniden kaleme alınarak altsoyun tamamının mirası reddetmesi hâlinde, bunların payının sağ kalan eşe kalacağı hükme bağlanmış ve böylece sağ kalan eş daha fazla korunmuştur.

          Üçüncü ayırımın başlığı "Resmî Defter Tutma" şeklinde değiştirilmiştir. Bu ayırımda yer alan maddelerde esasa ilişkin önemli değişiklik yapılmamıştır.

          Dördüncü ayırımda "Resmî Tasfiye" başlığı altında terekenin resmen tasfiyesi düzenlenmektedir. Bu ayırımda yer alan hükümlerde de esasa ilişkin değişiklik yapılmamıştır.

          Beşinci ayırımda "Miras Sebebiyle İstihkak Davası" düzenlenmektedir. Bu davanın adının 1971 tarihli Öntasarıda önerildiği gibi "Mirasçılık Davası" şeklinde arılaştırılması düşünülmüş ise de, bu terimin söz konusu davayı tam anlamıyla ifade etmediği ve ayrıca hâlen kullanılmakta olan terimin uygulamada yerleşmiş olduğu dikkate alınarak değiştirme yoluna gidilmemiştir.

          637 nci maddeye eklenen yeni bir fıkra ile, miras sebebiyle istihkak davası vesilesiyle mirasçılık sıfatı tartışmalı ise, hâkimin bunu da çözmesi hükme bağlanmıştır.

          Yürürlükteki Kanunun 579 uncu maddesinde zamanaşımı iyiniyetli olmayanlara karşı otuz yıldır. Mülkiyetin olağanüstü zamanaşımıyla kazanılmasına ilişkin yirmi yıllık süre ile miras sebebiyle istihkak davası arasında paralellik sağlamak üzere bu süre Tasarının 639 uncu maddesinde yirmi yıla indirilmiştir.

        3. Mirasın Paylaşılması Bölümü

          Bu bölüm "Paylaşımdan Önce Miras Ortaklığı", "Paylaşmanın Nasıl Yapılacağı", "Mirasta Denkleştirme" ve "Paylaşmanın Tamamlanması ve Sonucu" başlıklarını taşıyan dört ayırımdan oluşmaktadır.

          Birinci ayırımda "Paylaşımdan Önceki Miras Ortaklığı" düzenlenmektedir.

          Yürürlükteki Kanunun 581 inci maddesini karşılayan 640 ıncı maddeye eklenen yeni bir fıkra ile, mirasçılardan her birinin hakkını korumak için tek başına dava açmasına imkân sağlanmıştır.

          641 inci maddenin ikinci fıkrasında yapılan yeni düzenlemeyle, maddede belirtilen çocuklar ile torunlara verilecek uygun tazminat, terekenin paylaşılmasından önce hak sahiplerine ödenecek, bundan sonra geri kalan tereke değerleri mirasçılar arasında paylaşılacaktır.

          Mirasbırakanın ölümünde onunla birlikte yaşayan ve onun tarafından bakılan kimselerin geçim masraflarının terekeden sağlanması süresi, yürürlükteki Kanunda bir ay iken 645 inci maddede Ülkenin koşulları da göz önünde bulundurularak üç aya çıkarılmıştır.

          İkinci ayırımda "Paylaşmanın Nasıl Yapılacağı" hükme bağlanmıştır.

          652 nci maddedeki yeni hüküm, sağ kalan eşin korunması amacıyla getirilmiştir. Bu hükmün kaleme alınmasında İsviçre Medenî Kanununa 1984 yılında eklenen 612 a maddesinden esinlenilmiştir. Getirilen yeni hüküm, eşler arasındaki mal rejimiyle ilgili 240 ıncı maddeyle aynı yöndedir. Burada, sağ kalan eşe konut ve ev eşyasıyla ilgili olarak mülkiyet ya da haklı sebeplerin varlığı hâlinde talep üzerine intifa veya oturma (sükna) hakkının tanınması olanağı getirilmektedir.

          656 ncı maddenin yürürlükteki Kanunda karşılığı yoktur. Bu yeni madde, mirasın paylaşılması sırasında, taşınmazların bölünmelerine kısıtlama getiren özel kanunların dikkate alınacağını vurgulamak için konulmuştur.

          Tarımsal işletmelerin varlık ve bütünlüğünü korumaya yönelik olan 662 nci madde hükmü Tasarıya yeni konulmuş bir hükümdür. Bu hükmün Ülkemiz açısından yararlı olacağı düşünülmüştür.

          Yeni getirilen 663 üncü maddeyle, mirasçılar arasında ergin olmayan, fakat ayırt etme gücüne sahip bulunan altsoy hısımların bulunması hâlinde, bunların ergin olmalarına kadar paylaşmanın ertelenmesi kabul edilmiştir.

          667 nci maddenin ikinci fıkrasında tarımsal işletmenin gelir değeriyle, sınaî işletmenin ise sürüm değeriyle özgüleneceği ilkesi kabul edilerek, yine tarımsal işletmenin varlığının korunması amaçlanmıştır. Maddenin kenar başlığı da içeriğine uygun olarak "Yan sınaî işletme" şeklinde kaleme alınmıştır.

          668 inci maddenin yürürlükteki Kanunda karşılığı yoktur. Bu yeni madde İsviçre Medenî Kanununa eklenen 625 bis maddesinden alınmıştır. Burada, işletmenin bir bütün olarak özgülenmesini mirasçılardan hiç birisi istemez ya da böyle bir istekte bulunmasına karşın bu istek reddedilirse, mirasçılardan her birinin işletmenin bir bütün hâlinde satılmasını isteyebileceği kabul edilerek, işletmenin varlığının ve bütünlüğünün korunması amaçlanmıştır.

          Üçüncü ayırım "Mirasta Denkleştirme" başlığını taşımaktadır. Bu ayırımın başlığı yürürlükteki Kanunda "Mirasta İade" şeklindedir. Bu başlık, düzenlenen kurumu daha iyi açıklaması bakımından "Mirasta Denkleştirme" şeklinde değiştirilmiştir. Zira burada, alınanı fiilen geri verme anlamında bir "iade" değil, terekeye geri verilmiş gibi kâğıt üzerinde değerinin terekenin hesabında göz önünde tutulması ve paylaşma sonucu mirasçıya düşecek paydan indirilmesi söz konusudur. Bu ise "iade" değil, bir "denkleştirme"dir.

          669 uncu maddenin ikinci fıkrasına yürürlükteki Kanunda bulunmayan, fakat İsviçre Medenî Kanununun 626 ncı maddesinde yer alan "bir malvarlığını devretme" hususu da karşılıksız kazandırmalar arasına eklenmiştir.

          673 üncü maddenin kenar başlığı kaynak Kanuna uygun olarak "Denkleştirme değeri" şeklinde değiştirilmiştir. İkinci fıkrayla getirilen yeni hüküm, maddenin amacına uygun olarak yarar ve zarar ile gelir ve giderler hakkında mirasçılar arasında sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre işlem yapılacağını düzenlemektedir. Oysa yürürlükteki madde mirasçıların sorumluluğu konusunda "zilyedin haklarına" ilişkin hükümlere yollama yapmaktadır.

          Dördüncü ayırım "Paylaşmanın Tamamlanması ve Sonucu"nu düzenlemektedir.

          Yeniden kaleme alınan 676 ncı maddenin ikinci fıkrasıyla, paylaşmanın tereke mallarının tamamını kapsamasının zorunlu olmadığı ifade edilmiştir. Mirasçılar, tereke mallarının tamamı veya bir kısmıyla ilgili olarak elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete dönüştürülmesini kabul edebilirler. Böylece paylaşmanın paylı mülkiyete dönüşüm şeklinde gerçekleşmesine de olanak sağlanmış olmaktadır.

          677 nci maddenin birinci fıkrasına, miras payının devrinin terekenin tamamı veya bir kısmı üzerinde olabileceği hükmü eklenmiştir. Böylece doktrinde ve yargı kararlarında kabul edilen, payın devrinin terekenin tamamı üzerindeki payı kapsamasının zorunlu olmadığı yolundaki görüşe yasal dayanak sağlanmak istenmiştir.

    5. EŞYA HUKUKU

      Medenî Kanunun dördüncü kitabını oluşturan "Eşya Hukuku", "Mülkiyet", "Sınırlı Aynî Haklar", "Zilyetlik ve Tapu Sicili" başlıklarını taşıyan üç kısımdan oluşmaktadır.

      1. MÜLKİYET KISMI

        Bu kısım, "Genel Hükümler", "Taşınmaz Mülkiyeti" ve "Taşınır Mülkiyeti" bölümlerini içermektedir.

        1. Genel Hükümler Bölümü

          Yürürlükteki 621 inci maddeyi karşılayan 686 ncı maddenin birinci fıkrasında, yürürlükteki metinde geçen "temlikî tasarruflar" deyimi taahhüt işlemlerini hariç bıraktığından sadece "tasarruflar" şekline getirilmiştir.

          Yürürlükteki Kanunun 623 üncü maddesinin "Birden ziyade kimselerin bir şey üzerinde mülkiyeti" ve "Müşterek mülkiyet" şeklindeki konu ve kenar başlığı, bu maddeyi karşılayan 688 inci maddede "Birlikte mülkiyet" ve "Paylı mülkiyet" şeklinde değiştirilmiştir. Konu başlığı olarak seçilen "Birlikte Mülkiyet" terimi her iki tür mülkiyeti de daha iyi şekilde ifade etmektedir. Doktrin ve uygulamada da "müşterek mülkiyet" yerine "paylı mülkiyet" terimi kullanılmaktadır. İsviçre Medenî Kanununun paylı mülkiyete ilişkin hükümleri 1965 yılında yürürlüğe giren kanunla esaslı bir değişikliğe uğramıştır. Yeni düzenlememizde İsviçre'deki bu değişiklikler de göz önünde tutularak bu mülkiyet türü günün şartlarına uygun hâle getirilmiştir. Paylı mülkiyet yeni bir düzenlemeye tâbi tutulduğu için, yürürlükteki maddenin "1. Hissedarlar arasındaki münasebetler" biçimindeki kenar başlığı, "l. Genel kurallar" şeklinde değiştirilmiştir.

          Yeni getirilen 689 uncu maddeyle, paydaşların kendi aralarında oybirliğiyle anlaşarak yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin olarak kanun hükümlerinden farklı düzenleme yapmalarına imkân tanınmıştır.

          Tasarının 693 üncü maddesini tamamen karşılayan bir hüküm yürürlükteki kanunda mevcut değildir. Yeniden düzenlenen bu madde, paylı mala ilişkin yararlanma, kullanma ve koruma esaslarını belirlemektedir.

          695 inci madde kaynak Kanunun 647 nci maddesinden alınmıştır. Paydaşların yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda yaptıkları düzenleme ve aldıkları kararlar ile mahkemece verilen kararların, sonradan paydaş olanları veya pay üzerinde aynî hak kazananları bağlayacağı, bunun için taşınmazlarda, yararlanmaya, kullanmaya ve yönetime ilişkin kararların tapu kütüğüne şerh edilmesi gerektiği esası getirilmiştir.

          Yürürlükteki Kanunun 627 nci maddesini karşılayan 698 inci maddenin ikinci fıkrası ile, taşınmazlarda paylı mülkiyetin devamına ilişkin sözleşmelerin resmî şekilde yapılması ve bunun tapu kütüğüne şerh edilebilmesi öngörülmüştür. Böylece, söz konusu sözleşmelerin sonraki paydaşlara etkili olmasının nasıl sağlanacağı hususunda yürürlükteki Kanun döneminde ortaya çıkan tereddütlere son verilmek istenmiştir.

          Yürürlükteki Kanunda Tasarının 700 üncü maddesini karşılayan bir madde yoktur. Yeni getirilen bu madde, bir pay üzerinde intifa hakkı kurulması hâlinde, diğer paydaşlardan biri üç ay içinde paylaşma isteminde bulunursa, satış yoluyla yapılacak paylaşmada pay üzerinde intifa hakkı bulunmaksızın satışın yapılması ve intifa hakkının söz konusu paya düşen bedel üzerinde devam etmesi esasını öngörmektedir. Üç ay geçtikten sonra yapılacak paylaşma istemleri ise, intifa hakkını etkilemeyecektir.

          701 inci maddenin kenar başlığı yürürlükteki maddede kullanılan "İştirak hâlinde mülkiyet" yerine "Elbirliği mülkiyeti" şeklinde değiştirilmiştir.

          702 nci maddeye eklenen dördüncü fıkra ile, ortaklardan her birinin, topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği, bu korumadan da bütün ortakların yararlanacağı öngörülmüştür.

        2. Taşınmaz Mülkiyeti Bölümü

          Bu bölüm, "Taşınmaz Mülkiyetin Konusu, Kazanılması ve Kaybı" ve "Taşınmaz Mülkiyetinin İçeriği ve Kısıtlamaları" başlıklarını taşıyan iki ayırımdan oluşmaktadır.

          Birinci ayırımda 704 üncü maddeye üçüncü bent olarak "kat mülkiyeti kütüğüne kayıtlı bağımsız bölümler" eklenmiş, yürürlükteki üçüncü bentte yer alan "madenler" maddeye alınmamıştır.

          706 ncı maddenin kenar başlığı "Mülkiyeti nakleden akitler" yerine "Hukukî işlem" şeklinde kaleme alınmıştır. Çünkü devir tek taraflı işlemle, örneğin vasiyet yoluyla da gerçekleşmektedir.

          Yeni arazi oluşmasını düzenleyen 708 inci maddeye eklenen bir fıkra ile, yeni oluşan ve Devlete ait olan arazinin, kamusal bir sakınca bulunmayan hâllerde öncelikle arazisi kayba uğrayan veya bu araziyle bitişik olan arazi sahibine devredilebilmesine olanak sağlanmıştır. Üçüncü fıkra, yeni arazi oluşumunda toprak parçalarının kendi arazisinden koptuğunu kanıtlayan kişiye, bunu öğrenme tarihinden itibaren bir yıl ve her durumda bu arazi oluşumunun gerçekleşmesinden itibaren on yıl içinde geri alabilme olanağını vermektedir.

          710 uncu madde İsviçre Medenî Kanununun 660 a maddesinden alınan yeni bir maddedir. Ülkemizde sık sık karşılaşılan heyelân (akı) olayları göz önünde tutularak bu hükmün bizde de büyük bir ihtiyacı karşılayacağı kabul edilmiştir. Bu hükümle, arazi kaymasının sınır değişikliğine yol açmayacağı ilkesinin, yetkili makamlar tarafından heyelân bölgesi olduğu belirlenen yörelerde uygulanmayacağı kabul edilmiştir. Üçüncü fıkra ile bir yörenin heyelân yöresi olduğu hususunun o taşınmazın kayıtlı bulunduğu tapu kütüğünün beyanlar hanesinde gösterilmesi zorunluluğu getirilmiş ve böylece tapuya güven ilkesi korunmak istenmiştir.

          Yeni 711 inci madde ile bir sınırın arazi kayması sebebiyle artık gerçeği yansıtmaması durumunda, ilgili taşınmazın maliklerinin sınırın yeniden belirlenmesini isteyebilecekleri hükme bağlanmıştır.

          Yürürlükteki 638 inci maddede geçen "nizasız" deyimi, bu maddeyi karşılayan 712 nci maddede "davasız" şeklinde ifade edilmiştir. Bu suretle taraflar arasında her türlü niza değil, ancak dava şeklindeki nizaların kazanmayı engelleyeceği vurgulanmıştır. Dava dışı nizalar mülkiyeti kazanacak kişinin iyiniyetini ortadan kaldırmayacaktır.

          Yürürlükteki Kanunun "Fevkalâde müruruzaman" başlığını taşıyan 639 uncu maddesi, Tasarının bu maddeyi karşılayan 713 üncü maddesinde kısmen hüküm değişikliği yapılmak suretiyle yeniden kaleme alınmıştır. Birinci fıkrada belirtilen yolla kazanmanın taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerinde de olabileceği kabul edilmiştir. Doktrinde kazanmanın taşınmazın bir parçası üzerinde de olabileceği savunularak yürürlükteki madde eleştirilmektedir. Maddenin üçüncü fıkrasında yapılan değişiklikle, tescil davasında sadece Hazine ve ilgili kamu tüzel kişilerinin değil, varsa tapuda malik görünen kişinin mirasçılarının da davalı (hasım) gösterilmesi zorunluluğu getirilmiştir. Üç kez gazeteyle ilân koşulu, bir kez ilân şeklinde değiştirilmiş, buna karşılık gazete dışında uygun araçlarla ilânda üç kez ilân koşulu değiştirilmemiştir. Beşinci fıkrayla doktrinde ve uygulamada uzun süredir tartışmalı olan bir konu açıklığa kavuşturulmuştur. Gerçekten, mülkiyet hakkının hangi anda kazanılmış olacağı sorusunu cevaplayan bu yeni hükme göre, mülkiyet birinci fıkrada öngörülmüş olan bütün şartların gerçekleştiği anda kazanılmış olacak, yani hâkimin vereceği tescil kararı geriye dönük (makable şamil) sonuç doğuracaktır. Yedinci fıkrası, ilgili taşınmazın "uzmanlarca düzenlenen teknik bilgileri içeren krokisinin eklenmesi" koşulunu getirmektedir.

          714 üncü maddede yapılan değişiklikle, sürelerle ilgili olarak Borçlar Kanununun zamanaşımına ilişkin hükümlerinin kıyas yoluyla uygulanacağı belirtilmiştir.

          İkinci ayırımın başlığı yürürlükteki Kanunda "Gayrimenkul Mülkiyetinin Hükümleri" şeklindedir. Bu başlık Tasarıda ayırımın içeriğine ve kaynak Kanuna uygun olarak "Taşınmaz Mülkiyetin İçeriği ve Kısıtlamaları" şeklinde değiştirilmiştir.

          Yürürlükteki Kanunun 650 nci maddesini karşılayan 724 üncü maddede yapılan değişiklikle malzeme sahibine yapının ve arazinin tamamının veya yeterli bir kısmının verilebileceği kabul edilmiş, böylece uygulamada kısmî devrin mümkün olup olmayacağı konusundaki tereddüt ortadan kaldırılmıştır.

          725 inci maddede yapılan değişiklikle, bir irtifak hakkına dayanarak yapılan taşkın yapılar ile böyle bir irtifaka dayanmadan yapılanlar ayrı fıkralarda düzenlenerek konuya açıklık getirilmiştir.

          Taşınmaz malikinin sorumluluğunu düzenleyen 730 uncu maddeye eklenen yeni bir fıkra ile, iki koşulun bir arada bulunması hâlinde, taşınmaz malikinin taşkınlıklardan doğan sorumluluğunda çatışan yararların denkleştirilmesine olanak sağlanmıştır. Aranan koşullardan birincisi taşkınlığın "yerel âdete uygun olması", ikincisi bu taşkınlığın "kaçınılmaz olması"dır. Böylece bu maddede mevcut olan bir boşluk doldurulmuştur.

          Önalım (şufa) hakkının düzenlediği maddeleri karşılayan İsviçre Medenî Kanununun 681 ilâ 683 üncü maddelerinde Ocak 1965'de yürürlüğe giren Kanunla esaslı ve önemli değişiklik yapılmıştır. Bu değişiklikler göz önünde tutulmak suretiyle Tasarının bu kısmında gerekli değişikliklere yer verilmiş, bu amaçla iki yeni madde (733 ve 734) kaleme alınmıştır.

          732 nci maddede, paylı mülkiyette herhangi bir paydaşın kendi payını ister tamamen, ister kısmen bir başkasına satması hâlinde, diğer paydaşların önalım haklarını kulanabilecekleri hükme bağlanmıştır. Böylece önalım hakkının, üçüncü kişiye payın tamamen veya kısmen satılması hâlinde de kullanılabileceği kanuna konulmuştur.

          Yeni 733 üncü maddenin birinci fıkrasında, önalım hakkının paylı mülkiyetteki payın cebri icrayla satışında kullanılmayacağı belirtilmiştir. İkinci fıkrada, önalım hakkından feragatın resmî şekilde yapılması ve tapuya şerh verilmesi zorunluluğu getirilmiştir. Buna karşılık, böyle bir haktan feragatı içermeyen, sadece belirli bir satışta önalım hakkını kullanmaktan vazgeçmenin yazılı şekilde yapılabileceği, bu vazgeçmenin satıştan önce veya sonra verilebileceği kabul edilmiştir. Üçüncü fıkra, satışın alıcı veya satıcı tarafından diğer paydaşlara noter aracılığıyla bildirilmesini, dördüncü fıkra ise önalım hakkının satışın hak sahibine bildirildiği tarihten itibaren bir ay ve her hâlde satıştan itibaren beş yıl geçmekle düşeceğini hükme bağlamaktadır. Bu son fıkrada yürürlükteki maddede öngörülen on yıllık süre oldukça uzun görülerek beş yıla indirilmiştir.

          Yürürlükteki Kanunda karşılığı olmayan yeni 734 üncü maddeyle, önalım hakkının dava açılması suretiyle kullanılması esası getirilmiştir. Yürürlükteki hükümler uyarınca önalım hakkının dava dışı bir beyanla (açıklamayla) kullanılabilmesi mümkündür. Ancak buna karşın sonuçta bu beyan ile istenilen sonucun elde edilebilmesi bir dava açılmasını gerektirmektedir. Bu sebeple bu durum bir kanun hükmü hâline getirilmiştir. Maddenin ikinci fıkrası, önalım bedelinin depo edilmesi konusunda uygulamada kabul edilen esası, kanun hükmü hâline getirmektedir.

          748 inci maddesinin birinci ve ikinci fıkraları, yürürlükteki Kanunda mevcut değildir. Bu fıkralarda zorunlu geçit dışında kalan geçici nitelikteki geçitler ile kırsal alanlarda ihtiyaç duyulan diğer geçitlerin özel kanunla düzenleneceği, özel kanun hükmü yoksa yerel âdetin uygulanacağı belirtilmiştir. Yürürlükteki Kanunun 672 nci maddesini karşılayan, fakat yeniden kaleme alınan üçüncü fıkra ile, doğrudan doğruya kanundan kaynaklanan geçit haklarının tescilsiz olarak doğduğu kabul edilmiş, bunlar arasında sürekli nitelikte olanların ise tapu kütüğünün beyanlar sütununda gösterilmesi öngörülmüştür.

          Tasarının 754 üncü maddesinin karşılığı yürürlükteki Kanunda mevcut değildir. Medenî Kanunun İsviçre'den alınması sırasında bir unutkanlık eseri olarak alınmadığı kabul edilen kaynak Kanunun 702 nci maddesi göz önünde tutularak bu yeni madde kaleme alınmıştır. Bu maddede sayılan kısıtlamaların özel kanun kurallarına tâbi olduğu vurgulanmıştır. Nitekim eski eserlere ilişkin olmak üzere bazı kanunlarımız mevcuttur.

          Tasarının 760 ıncı maddesini karşılayan bir hüküm yürürlükteki Kanunda mevcut değildir. Madde 1984 tarihli Öntasarıdaki düzenleme de göz önünde tutularak kaleme alınmıştır. Maddede özel mülkiyete tâbi arazide bulunan kaynak, kuyu veya derelerden komşuların ve diğerlerinin yararlanmalarının özel kanun hükümlerine tâbi olduğu, özel kanun hükmü yoksa yerel âdetin uygulanacağı belirtilmektedir.

        3. Taşınır Mülkiyeti Bölümü

          767 nci maddenin konu başlığında kullanılan “ihraz” terimi aynen korunmuştur.

          769 uncu maddenin kenar başlığı, yürürlükteki 693 üncü maddenin kenar başlığında kullanılan "Lükata" teriminin eskiliği ve herkes tarafından kolaylıkla anlaşılamayacak olması sebebiyle arılaştırılarak "Bulunmuş eşya" şekline dönüştürülmüştür. Yürürlükteki maddede geçen "zabıta memurları" yerine "kolluk kuvvetleri" deyimi kullanıldığı gibi, bildirimin köylerde "muhtara" da yapılabileceği birinci fıkrada düzenlenmiştir. İkinci fıkrada, bulunan şeyin önemli ölçüde değerli olması hâlinde, bildirme kanunî bir zorunluluk durumuna getirilmiştir. Yürürlükteki maddenin üçüncü fıkrasında öngörülmüş olan "bir liralık" değer yerine konulacak miktar ölçüsünün her zaman sübjektif olabileceği ve zaman içinde değersiz hâle gelebileceği düşünülerek miktar belirtme yerine, "önemli ölçüde değerli olma" ölçüsü getirilmiştir.

          773 üncü maddede, bilimsel değeri olan eşya Ülkemizde bu alanda çıkarılan, örneğin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gibi, özel kanunlarla korunduğundan, özel hükümlere yollama yapılmıştır.

      2. SINIRLI AYNÎ HAKLAR KISMI

        Bu kısım "İrtifak Hakları ve Taşınmaz Yükü", "Taşınmaz Rehni" ve "Taşınır Rehni" başlıklarını taşıyan üç bölümden oluşmaktadır.

        1. İrtifak Hakları ve Taşınmaz Yükü Bölümü

          Bu bölüm "Taşınmaz Lehine İrtifak Hak", "İntifa Hakkı ve Diğer İrtifak Hakları" ile "Taşınmaz Yükü" ayırımlarından oluşmaktadır.

          Birinci ayırımda 790 ıncı maddenin birinci fıkrasında, kaynak Kanun göz önünde tutulmak suretiyle, irtifak hakkının kullanılması için gerekli tesislerin bakımının kime ait olacağı düzenlenmiştir.

          İkinci ayırımda yer alan ve intifa hakkının sona ermesini düzenleyen 796 ncı madde, Tasarıda kanunî intifa hakkına yer verilmediği göz önünde tutularak yeniden yazılmış ve yürürlükteki 720 nci maddenin son fıkrası aynı gerekçeyle bu maddeye alınmamıştır.

          814 üncü maddenin kenar başlığı içeriğine uygun hâle getirilmek amacıyla "Bir mamelekin borçlarının faizi" yerine "Malvarlığı intifaında borçların faizi" şeklinde ifade edilmiştir.

          Ormanlar üzerindeki intifa hakkının düzenlendiği ve yürürlükteki Kanunun 742 nci maddesini karşılayan 818 inci maddede intifa hakkı sahibinin ormandan yararlanabilmesinin ancak özel kanun hükümlerine uygun bir işletme plânı çerçevesinde mümkün olabileceği esası vurgulanmıştır.

          Üçüncü ayırımda düzenlenen "Taşınmaz Yükü"ne ilişkin maddelerde hüküm değişikliği yapılmamıştır.

        2. Taşınmaz Rehni Bölümü

          Bu bölüm, "Genel Hükümler", "İpotek", "İpotekli Borç Senedi ve İrat Senedi" ile "Taşınmaz Rehni ile Güvence Altına Alınan Ödünç Senetleri" başlıklarını taşıyan dört ayırımdan oluşmaktadır.

          Birinci ayırımda 857 nci maddeye yeni bir fıkra eklenmiş ve bu yeni hükümle, bir veya bir kaç pay üzerine rehin kurulduktan sonra, o taşınmazın tümü üzerinde rehin kurulması yasaklanmıştır.

          İkinci ayırımda düzenlenen "İpotek" konusunda, üçüncü ayırımda düzenlenen "İpotekli Borç Senedi ve İrat Senedi" konusunda yürürlükteki Kanunun hükümleri esas alınmış, kaynak Kanunun hükümleri dikkate alınarak bazı düzeltme ve değişikliklere yer verilmiştir.

          Dördüncü ayırımın başlığı "Taşınmaz Rehni ile Güvence Altına Alınan Ödünç Senetleri" şeklinde kaleme alınmıştır. Yürürlükteki başlık ise "Gayrimenkul Karşılık Gösterilerek Senet İhracı"dır.

        3. Taşınır Rehni Bölümü

          Bu bölüm, "Teslime Bağlı Rehin ve Hapis Hakkı", "Alacaklar ve Diğer Haklar Üzerinde Rehin", "Rehin Karşılığında Ödünç Verme İşi ile Uğraşanlar" ve "Rehinli Tahvil" ayırımlarından oluşmaktadır.

          Bu ayırımlarda yürürlükteki Kanunun hükümleri esas alınmış, kaynak İsviçre Medenî Kanununun ilgili hükümleri göz önünde bulundurularak bazı değiştirme ve düzeltmeler yapılmıştır.

      3. ZİLYETLİK VE TAPU SİCİLİ KISMI

        Bu kısım biri "Zilyetlik", diğeri "Tapu Sicili" olmak üzere iki bölüme ayrılmıştır.

        1. Zilyetlik Bölümü

          Yürürlükteki Kanunda ve İsviçre Medenî Kanununda karşılığı olmayan yeni 975 inci madde ile, "dolaylı ve dolaysız zilyetlik" tanımları yapılmaktadır.

          Gasp ve saldırıdan doğan dava hakkının, zilyedin fiili ve failini öğrendiği tarihten itibaren iki ay geçmekle düşeceği, yürürlükteki Kanundan farklı olarak 984 üncü maddede düzenlenmiştir.

          Yürürlükteki Kanunun 901 inci maddesini karşılayan 988 inci maddenin kenar başlığında "istihkak davası" terimi yerine "taşınır davası" terimine yer verilmiştir. Zaten bu davaya doktrinde "menkul davası" adı verilmektedir.

          Bu bölümde yer alan maddelerde değişiklik yapılmamıştır.

        2. Tapu Sicili Bölümü

          Yürürlükteki Kanunun 910 uncu maddesini karşılayan 997 nci maddenin yeni ikinci fıkrası, tapu sicilinin unsurlarını düzenlemektedir. Bu unsurlar arasında kat mülkiyeti kütüğü de yer almaktadır.

          Tapu siciline taşınmaz olarak kaydedilecek taşınmazların belirtildiği 998 inci maddede esaslı değişiklik yapılmıştır. Bir defa, madenler madde metnine alınmamıştır. Zira madenler 3213 sayılı Maden Kanunu ile özel mülkiyet konusu olmaktan çıkarılmıştır. Buna karşılık maddeye "kat mülkiyetine konu olan bağımsız bölümler" alınmıştır. Üçüncü fıkrada, bağımsız ve sürekli hakların taşınmaz olarak kaydedilmesi için hakkın süresiz veya en az otuz yıl süreli olması koşulu getirilmiştir.

          1000 inci maddenin konu ve kenar başlığı "3. Sicilin unsurları" "a.Tapu kütüğü" şeklinde kaleme alınmış, birinci fıkrada yürürlükteki Kanunda yer verilmeyen, tapu sicili sisteminin temelini oluşturan ve taşınmaza sayfa açılması ilkesini belirleyen hükme yer verilmiştir. Maddede ayrıca kütüğün her sayfasındaki özel sütunlara nelerin tescil edileceği belirtilmiştir.

          Yürürlükteki Kanunda karşılığı olmayan yeni 1001 inci maddede "kat mülkiyeti kütüğü"ne yazılacaklar düzenlenmiştir.

          Yürürlükteki Kanunda karşılığı bulunmayan yeni 1002 ve 1003 üncü maddelerde yevmiye defteri ve belgeler ile plân düzenlenmektedir.

          Yürürlükteki Kanunun 919 uncu maddesini karşılayan 1009 uncu maddede şerh verilebilecek haklar arasına "taşınmaz satış vaadi sözleşmesi" ile "arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi" de eklenmiştir.

          1010 uncu maddenin (1) numaralı bendinde, yürürlükteki Kanunun bu maddeyi karşılayan 920 nci maddesindeki "icraî iddia zımnında müttehaz resmî kararlar" deyimi yerine "çekişmeli hakların korunmasına ilişkin mahkeme kararları" ifadesine yer verilmiştir.

          Son üç maddede 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenîsinin yürürlükten kaldırıldığı, yeni kanunun yürürlük tarihi ve kanunu yürütecek makam belirtilmiştir.


TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
ADALET KOMİSYONU BAŞKANLIĞINA

Medenî Kanun Tasarısına Kısmî Muhalefet Şerhimizdir

Türk Kanunu Medenisi'nin 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmesi üzerinden 75 yıl geçmiştir. Canlı organizmaların zaman içinde doğup, büyüme ve gelişme evrelerini takiben yaşlanması ve ömrünü tamamlaması nasıl temel bir kanun ise, toplumu yönlendiren yasalar ve kurallar da zamanın değişimine ve gelişimine paralel olarak zorunlu revizyonlara muhtaçtır. Üstelik bu kanun, insanın doğumu öncesinden ölümü sonrasına dek çok uzun bir süreci tüm ayrıntılarıyla düzenleyen Medeni Kanun söz konusu olduğunda konunun hassasiyeti daha da ön plana çıkmaktadır.

Türk Kanunu Medenisi, 75 yıldır Türk toplumunun ihtiyaçlarını belirli ölçülerde karşılamış, doğrularıyla, noksanlarıyla bir boşluğu doldurmuştur. 75 yıl süresince gelişen ve değişen dünyaya paralel olarak Türk toplumunun da ihtiyaçları değişmiş, mevcut düzenlemeler bu değişime ayak uyduramayınca, bu temel kanun üzerinde, toplumumuzun ihtiyaçlarını karşılayacak değişiklikleri yapma zorunluluğu doğmuştur.

Yeni yasalar yapılırken, evrensel değerler ile milli değerler birlikte gözönünde bulundurulmalı, geçmişin doğrularına yeni ve daha üst doğrular eklenmeli, toplumun bugünü ile gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik düzenlemeler ortaya konulmalıdır. Yasa koyucu bu ihtiyacı karşılarken, diğer tabirle geleceğe bakarken geçmişi hor görmek veya aşağılamak gibi bir hakka sahip değildir.

57. Hükümet döneminde, T.B.M.M. Adalet Komisyonu gündemine getirilen Medeni Kanun tasarısının, Türk toplumunun ihtiyaçlarını karşılayacak pek çok düzenlemeler içerdiği bir gerçektir. Bu gerçeği kabul etmekle birlikte yanlış olduğunu düşündüğümüz konuları dile getirmek de görevimizin asli bir parçasıdır.

Buna göre, Tasarı üzerindeki kısmi muhalefetimiz temelde 2 ana noktada toplanmaktadır :

İlk muhalefetimiz, tasarının genel gerekçesindeki bazı ifadelere ilişkindir.

İkinci muhalefetimiz ise, tasarının genelinde benimsenen dile ilişkindir.

Genel Gerekçeye İlişkin Muhalefet Gerekçelerimiz

Tasarının genel gerekçesinden bazı pasajları aktaralım:

    "Çağdaş uygarlığın Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa, bu, Türk Ulusunun beceri ve yeteneğindeki eksiklikten değil onu gereksiz bir biçimde sarıp sarmalamış ortaçağ örgütü ve dinsel bazı düzenlemeler ve kurumlardandır"

    "Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası, insanlığı en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. Hiçbir uygar ulus, böyle bir inanç çevresinde kalmamış ve yaşamın gereklerine uygun hareketle zaman zaman kendini bağlayan gelenek ve görenekleri yıkmakta duraklamamıştır. Gerçekler karşısında babalardan ve atalardan gelen inançlara her ne olursa olsun bağlı kalmak akıl ve zeka gereklerinden değildir"

    "... Türk Medeni Kanunu tasarısı yürürlüğe konulduğu gün, ulusumuz, 13. yüzyılın kendisi çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır"

Tasarının genel gerekçesinden alınan yukarıdaki ibareler dikkatle irdelendiğinde, adeta, Türk toplumunu geçmiş yüzyıllardan 21. yüzyıla taşıyan tarihi, milli, dini, kültürel değerlerini açıkça aşağılayıcı cümleler olduğu görülmektedir. Türk toplumunu, kendisi yapan bu değerleriyle, bu değerlerin birlikte yoğurulmuş şekli olan gelenek ve göreneklerimiz, "insanlığı en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuram" olarak niteleme hakkı hiç kimsede olamaz. Oysa bu gelenek ve göreneklerimizle, tarihin derinliklerinden 21. yüzyıla taşındığımızı unutmamak tarihi ve milli bir görevdir.

Keza Türk toplumunun % 99'unun benimsediği İslam dinini, Tasarının gerekçesinden yukarıya aldığımız "13. yüzyılın hastalıklı inançları ve kargaşa" olarak nitelemek, hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir. Buna rağmen bu yanlış yapılmıştır.

Yine genel gerekçede,

    "Adalet Bakanlığı, en yeni ve en gelişmiş olan İsviçre Medeni Kanununu, ulusumuzun şimdiye kadar bağlı kalan geniş zeka ve yeteneğini doyuracak ve ona gerçek bir yarış yeri ve alan olabilecek bir uygarlık yapıtı olarak görmektedir. Bu Kanunda ulusumuzun duygularına ters düşecek hiçbir nokta düşünmemektedir" denilmiştir.

Kaynak olarak alınan İsviçre Medeni Kanunu karşısında, Türk toplumunun temel değerlerini adeta yok sayan, İsviçre karşısında ezilen bir anlayışı ifade eden bu cümlelere katılmak mümkün değildir.

Tasarının Diline İlişkin Muhalefet Gerekçelerimiz

Türk Kanunu Medenisi'nin yürürlüğe girdiği 1926 yılında Türk toplumunun günlük yaşamında kullandığı dilde, geçmiş dönemin etkisiyle, ağırlıklı olarak Arapça ve Farsça'nın etkisinde kaldığı bir gerçektir. Aradan geçen 75 yıllık sürede, gerek konuşma dilinde ve gerekse yazım dilinde değişiklikler olması ve mevzuatın bu değişime paralel olarak değiştirilmesi bir zorunluluktur.

Dil, toplumun değerlerini, kazanımlarını geçmişten alıp geleceğe taşıyan en temel unsurdur. Dildeki değişim ihtiyacını karşılarken, yaşayan toplumda, fertlerin, mevzuatı kolayca anlayabilmeleri ile, dilin, geçmişle gelecek arasındaki köprü görevlerini dengeleme zorunluluğu vardır. Şayet bu zorunluluğa gereken özen gösterilmezse, diğer bir tabirle, geçmişi geleceğe aktaran dilde, günlük yaşamda fazlaca veya hiç kullanılmayan, hangi kritere göre türetildiği bilinemeyen kelimelerle, Medeni Kanun gibi bir insanın anne karnından mezara kadar tüm yaşamını düzenleyen temel kanun düzenlemesi yapılacak olursa, bu bir anlamda geçmiş ile gelecek arasındaki köprüleri atmak olmasa bile ciddi anlamda zarara uğratmak olacaktır.

Dilin yenileşmesi gibi meşru bir söylem ardına saklanarak Türk Dilinin tahrif edilmesi, yapısının bozulması, dede ile torun arasında dil anlaşmazlığı sağlayacak düzenler yapılması kabul edilebilir şey değildir.

Bu husus, tasarının genel gerekçesinde de ifade edilmiştir. Yenileştirilen kavram deyim ve terimler yanında, arı Türkçe tam karşılığı bulunamadığı için aynen korunmak zorunda kalınan kavram ve terimler bulunduğu gibi, arı Türkçe olarak karşılığı bulunmayan kelimeler olduğu kabul edilmiştir.

Toplumun dilini belli merkezlerden veya belli ideolojiler doğrultusunda şekillendirmek, hiçbir kamu görevlisinin hakkı ve yetkisinde değildir. Dildeki değişim, toplum çoğunluğunun kabulleri/genel kabuller gözönünde bulundurularak yapılmalıdır. Toplumun çoğunluğuna rağmen değişim olmamalıdır. Bu anlayış toplum çoğunluğunu hiçe sayan bir anlayıştır.

Tasarının dili oluşturulurken pek çok yerde toplumun genel kabulleri gözardı edilmiş, adeta Türk toplumu, dil konusunda yönlendirmeye maruz bırakılmıştır.

Buna birkaç örnek vermek gerekirse:

'iddia' yerine "olgu", 'istifa' yerine "çıkma", 'tahsis' yerine "özgülenme", 'sorumluluk' yerine "yükleme" gibi toplumun büyük çoğunluğunca anlamı bilinmeyen veya başka anlamlar yüklenen kelimeler kullanılmış; 'hata' yerine "yanılma", 'hile' yerine "aldatma", 'tehdit' yerine "korkutma" gibi son derece gereksiz değişimlere gidilmiş; yine tasarının 25. maddesinde kullanılan "hukuka aykırı saldırı" gibi yanlış çağrışımlar uyandıran; 'hüsnüniyet' gibi hem objektif hem de subjektif anlamlarda karşılığı bulunan tek kelime, yerine göre "dürüst davranma" yerine göre "iyiniyet" kavramlarıyla karşılanmaya çalışılmış; yine evli eşlerin birbirlerinin akrabalarıyla olan hısımlığını ifade eden 'sıhri hısımlık' gibi geniş kapsamlı kavram yerine son derece sınırlı "kayın hısımlığı" kavramının getirilmesi gibi hangi amaca hizmet ettiği anlaşılamayan değişikliklerin, böylesine temel bir yasada bulunmasının Türk toplumuna hizmet etmeyeceğine inanmaktayız.

Bu iki ana noktadaki kısmi muhalefetimiz dışında kısaca değinilecek diğer husus yasal mal rejimine ilişkindir.

Uzun yıllardır Medeni Kanun tasarısını hazırlayan 35 kişilik Komisyonun, Türk toplum yapısını gözönünde bulundurarak yasal rejim olarak benimsediği "paylaşmalı mal ayrılığı" rejimi yerine "edinilmiş mallara katılma" rejiminin son anda tasarıya alınmasına ilişkin çekinceler hala ortadan kaldırılabilmiş değildir.

Adalet Bakanı'nın bizzat itiraf ettiği gibi, bu şartlarda 30 yılda bile gerçekleşmeyecek yargı reformu ile çok ağır işleyen yargı sistemi karşısında, boşanma ve ölüm hallerinde mallar tasfiye edilirken, salt eşitlik adına kabul edilen edinilmiş mallara katılma rejiminin uygulanması halinde, çoğunlukla kadın eşlerin uzun yıllar sürecek tasfiye işlemlerinde çok büyük mağduriyetlere uğrayacağı gerçeği gözardı edilmiş, daha adil ve daha kısa sürede sonuç alınacak paylaşmalı mal ayrılığı rejiminin yasal rejim olarak kabulünden neden ısrarla kaçınıldığı ise bir türlü anlaşılamamıştır.

Eleştirilerimiz, Adalet Komisyonu'nun 1 yılı aşan çalışmaları süresince, sürekli olarak dile getirilmiş, ancak sayısal çoğunluk karşısında bu eleştirilerimizi/doğruları kabul ettirmek mümkün olamamıştır.

Yukarıda temel hatlarıyla ortaya koyduğum gerekçelerle, Türk Medeni Kanunu Tasarısına bu yönleriyle ve kısmen muhalif kaldım. 19.6.2001

Muhalefet Şerhi

Türk Medeni Kanunu ile ilgili değişiklik tasarısı, son 7 yılı yoğun olmak üzere 50 yıllık bir çalışmanın mahsulüdür. Değişiklik tasarısı ile ilgili uzun soluklu çalışmalar bu dönem tamamlanarak Meclis'e sunulmuş, akabinde komisyonlarda kabul edilerek Genel Kurul'a indirilmiştir. Bütün bu emek, gayret ve mesai için ilgili herkese teşekkür etmek gerekir. Faydalı bir çalışma olmuştur. Bunun yanında Medeni Kanun Tasarısı'nda karşı olduğumuz hususlar mevcuttur. Bu konulardaki itirazlarımız iktidar mensupları tarafından dikkate alınmamış, müspet yöndeki katkılarımızdan gerektiği kadar yararlanılmamıştır. Aşağıda maddeler halinde sunduğumuz görüşlerimiz Genel Kurul'da dikkate alınmalı, milletimizin bu önemli temel kanunda ittifakı sağlanmalıdır.

Görüşlerimiz şunlardır:

  1. Türk Medeni Kanunu'nun genel gerekçesi zamanın Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt imzası ile 1926 tarihinde Meclis'e sunulmuştur. Esbab-ı Mucibe Layihası, Türk devrimi ve o günün şartlarına uygun ve makul görülse de bugün aynı gerekçenin tezyif ve tahkir eder tarzda tekrar edilmesi Türk milletinin tarihine, gelenek ve göreneklerine hakaret manasına gelmiştir ki, bu doğru olmamıştır. Örneğin aşağıda sunduğumuz ifadeler bunlardan sadece bir kaçıdır:

    1. Göçebe dönemlerde hükümler tedvin edilmiş değildir. Hakim gelenek ve göreneklere dayanarak hüküm verir. Mecelle'nin anılan 300 maddesi bir yana bırakılmak koşuluyla medeni kanun içine giren sorunları çözmek için Türkiye Cumhuriyeti hakimleri derme çatma, eski hukuk kitaplarından ve din esaslarından çıkartılan bilgilerle yargı işini görmektedirler.

    2. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ fıkıh kurallarına bağlı bulunmaktadır.

    3. Çağdaş uygarlığın Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa, bu Türk ulusunun beceri ve yeteneğindeki eksiklikten değil, onu gereksiz bir biçimde sarıp sarmalamış ortaçağ örgütü ve dinsel bazı düzenlemeler ve kurumlardandır.

    4. Türk Medeni Kanunun Tasarısı yürürlüğe konulduğu gün, ulusumuz on üç yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır.

    5. Zaten bütün kaygısı kişisel çıkarlarından başka bir şey olmayan ve iki yüzlülüğü kendilerine yol tutmuş saltanat yönetimi için ulusun gerçek çıkarları gereğini dikkate alarak karar verilemezdi.

    Bu ülkenin kahir ekseriyeti İslam dinine mensuptur. Dini ile de iftihar etmekte, ona saygı göstermekte, başkalarının da saygılı olmasını istemektedir. Aşağılayıcı, yaralayıcı ifadeler kullanarak onları incitmek bu kanunun yapılmasının gerekçesi olmamalıdır. Milletimiz yirmili yılları çoktan geçmiştir. Medeni Kanun'un genel gerekçesinde "Dini hukuktan laik hukuka geçilmiştir" ifadesi yeterli bir ifade olacaktır.

    Din kurallarının, hukukun oluşmasında büyük etkiye sahip olduğu tartışmasız bir gerçektir. Ama bizim burada savunduğumuz, Genel Gerekçe'de olmaması gereken cümlelerin çıkarılmasından ibarettir. Çünkü hiçbir millet kendi geçmişini bu kadar aşağılamaz, İsviçre'den iktibas ettiğimiz Medeni Kanun'un şaheser olarak kabul edilen tercümesini yapan hukuk adamlarının ve hukuk ortamının varlığı bile, tarihimizin küçük görülmeye ve aşağılanmaya müstehak olmadığını gösterir bir delildir.

    Unutulmamalıdır ki, mazisi olmayanın atisi de olmayacaktır.

    Dolayısı ile Esbab-ı Mucibe layihası kanun metninden tamamen çıkarılmalı, eğer bu mümkün olmayacaksa, yukarıda örnek olarak verilen ifadelerin metinden çıkarılması gerekmektedir.

  2. Mevcut kanunun dili hemen herkesin anlayacağı bir dil olmadığı için, tasarının yeni Türkçe ile düzenlenmiş olması uygundur. Toplumun belki büyük bir bölümü eski tabir ve terkipleri anlayamamaktadır. Bu da kanunu bilmemeye mazeret teşkil etmektedir. Ancak bu güzel neticeyi istihsal etmek için yapılan dil katliamını da kabul etmek mümkün değildir. Arı Türkçe karşılığı bulunmayan kelimelerle, aynen korunmak zorunda kalınan kelimeler konusunda tartışma yoktur. Ancak yenileştirilen kavram, deyim ve terimlerde yerine oturmamış, hukuken aynı karşılığı vermeyen toplumun büyük bir bölümü tarafından anlaşılamayan kelime ve terimler eskisini aratır halde kullanılmıştır. Rüşt, tecavüz, istifa, ihraç, hata, hile, tehdit, taksim, şart, ikametgah ve buna benzer toplumun her ferdi tarafından bilinen, kabul edilen kelimeler değiştirilmiştir. Mesela "rayiç bedel" yerine, "sürüm değeri" kullanılmıştır... Ayrıca bir yerde koşul kullanılırken, bir başka yerde şart kullanmak gibi, çelişkiler mevcuttur. İktidar tarafının, "Biz anayasanın dilini tasarıda kullandık" savunması da doğru değildir. Zira değiştirilen bir çok kelime halen anayasamızda kullanılmaktadır. Mesela koşul yerine anayasada şart ifadesi kullanılmaktadır. Dilin tabi gelişimi dikkate alınmamış, bir kısım insanların ideolojik yaklaşımları sonucunda oluşturulan uydurma dil kullanılmıştır.

  3. Medeni Kanun tasarısının başlangıç hükümleri hukuk camiasında darb-ı mesel haline gelmiş yedi maddeden ibarettir. Hiç olmazsa bu yedi madde aynen muhafaza edilmeliydi.

    Mesela:

      "Kanun lafzıyle ve ruhıyle temas ettiği bütün meselelerde mer'idir."

      "Herkes haklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsnüniyet kaidelerine riayetle mükelleftir."

    gibi.

  4. Şahsın hukukunda "İkametgah" yerine "yerleşim yeri" ifadesi kullanılmış, komisyon çalışmaları esnasında yerleşim yeri, oturma yeri, ikametgah arasındaki ilişki, bilim adamları tarafından da ittifaken izah edilememiştir. İkametgah ile yerleşim yeri aynı anlama gelmemektedir. İkametgaha bağlı hukuki işlemlerde büyük kargaşa yaşanacak, tebligat kanunu uygulamalarında anlaşmazlıklar doğacaktır.

  5. Tüzel kişiler yani, dernek ve vakıflarla ilgili özel kanunlar olmasına rağmen, bunlarla ilgili hükümlerin Medeni Kanun'a alınması uygun olmamıştır. Zira bu hususta özel kanunlar mevcut olup, halen tatbik edilmektedir. Genel kanun, özel kanun, önceki kanun, sonraki kanun gibi, tatbikatta zorluklar doğurabilecek bu düzenleme yapılmamalıydı. Aynı konuda aynı veya farklı birden çok düzenleme karmaşaya sebep olacaktır. 112. maddedeki değişikliklerle vakıflar her türlü müdahaleye açık hale getirilmiş, dernek güvencesi kadar güvenceleri kalmamıştır. 115. maddedeki geçici olarak faaliyetten men edilme keyfiyeti vakıfları siyasi otoritenin insafına terk etmektedir. Vermiş olduğumuz önerge ile, anayasanın 33. maddesindeki kapatma ile ilgili hükümler buraya aktarılmak istenmiştir. Ancak iktidar vakıflar üzerindeki baskı ve dayatmasını devam ettirebilmek için bu önergeyi reddetmiştir. Geçici de olsa, bakanlığın veya savcılığın vakfın faaliyetini durdurabilmesi keyfiliğe ve siyasi etkilere açık bir düzenleme olacaktır. Bu keyfi uygulama bir vakfın Danıştay'dan aldığı kararlarla da sabittir. Danıştay vakfın faaliyetlerinin durdurulmasının uygun olmadığına ve yürütmenin durdurulmasına karar verdikten 18 gün sonra, İçişleri Bakanlığı keyfi olarak bu defa vakfın bütün şubelerini kesin olarak kapatmıştır. Daha sonra Danıştay idarenin işlemini iptal etmiştir ama, vakıf amacı doğrultusunda faaliyetlerini yürütememiştir, halen de yürütememektedir. İktidar özgürlükleri genişletmek yerine, tehdit altında tutmayı baskı ve keyfi davranışları devam ettirmeyi hedeflemiştir. Sivil toplum örgütleri üzerindeki bu tehdit, Avrupa Birliği'ne girme sevdasında olanlar için üzücü bir durumdur. Medeni Kanun'un bir çok yerinde çağdaş hukukla paralellik sağladıklarını iddia edenler, olması gereken konularda bu çağdaşlığı gösterememektedirler.

  6. Evliliğin genel hükümlerinde "Koca birliğin reisidir. Evin intihabı karı ve çocukların münasip veçhile iaşesi ona aittir.", "Eve kadın bakar.", "Birliği koca temsil eder." hükümleri kaldırılmış, eşlerin birlikte yönetecekleri hükmü getirilmiştir. Yukarıdaki hükümler kadın-erkek eşitliğine aykırı olduğu için değiştirilmiştir. Ancak Türk toplumu yapısı itibarı ile, en küçük toplulukta bile, bir idareci veya bir başkana bağlanmayı gelenek haline getirmiştir. İki kişi dahi birlikte yola çıksalar, birisi yönetici olmak ve kararlarda etkin bulunmak durumundadır. Bu anlayış toplumumuzun kabul ettiği bir anlayıştır. Burada erkeğin reis olması dayatılmamalı, ama reislik müessesesi de muhafaza edilmeliydi. Kimi ailelerde kadının da reis olabileceği pekala mümkündür. Böylece eşitlik de sağlanmış olurdu. Tasarıda kadın-erkek eşitliği azami derecede sağlanmak istenmiştir. Hal böyle olunca kadına da yeni ve ağır yükümlülükler yüklenmiştir. Bundan böyle evin seçimi, çocukların geçimi ve iaşesi hususunda ona da yeni görevler yüklenmiştir. 195. maddede evlilik birliğinden doğan yükümlülüklerin yerine getirilmemesinden bahsedilmektedir. Evin reisi erkektir, eve kadın bakar hükümleri kaldırıldığına göre, yükümlülükler nasıl belirlenecek? Bu konularda bundan böyle çok sayıda dava açılacak, hakim ailenin içine girmek zorunda kalacaktır.

  7. Eşler arasındaki mal rejiminden edinilmiş mallara katılma rejimi kabul edilmiştir. Bu rejimin amaç ve kapsamı ile, malların tespiti, mirasın taksimi ve uygulama bakımından bir çok mahzuru vardır:

    1. Evliliklerde kadını koruma amacı gerçekleşmeyecek, zengin koca hem evlenmeden önce sahip olduğu ve gelirleri edinilmiş mal olarak kabul edilecek mallarını, hem de evlilik birliği içinde edindiği malları saklayacaktır. Zira bu gelirler ayrılık halinde taksime konu olacaktır.

    2. Edindiği malları yarıya bölmeyi göze alamayan eş, öncelikle evlilik muamelesi yapmayacak, moda haline gelen birlikte yaşamak özendirilmiş olacak, kadın tamamen desteksiz ve güvencesiz kalmış olacaktır. Bu kanunun amacı bu olmamalıdır.

    3. Evlilikler sevgi, saygı ve iyi niyete dayalı olarak yapılırken, bu mal rejimi sebebiyle, evlenmenin geleceği düşünülecek, bir şirket kuruluşu gibi değerlendirilecek, malların envanteri, ispatı, kaçırılmasının önlenmesi, taksimi bir ticari şirket muamelesine tabi olacağı için, sevgi ve samimiyet ortadan kalkacak, güven, yerini şüpheye terk edecektir. Türk toplumu bu güvensizliği ve hesabiliği kaldıramayacaktır.

    4. Bu mal rejimi, bazı evliliklerin sona ermesini zorlaştırıp, evliliğin bir kabus olarak devamına sebep olurken, bazı evliliklerde de boşanma, karşı tarafa bir tehdit unsuru olarak kullanılabilecektir. Bu durum toplum yapısını tahrip eden bir uygulama olacaktır.

    5. Özellikle eşlerden kadının geleceğini güvence altına alacağı ifade edilen bu sistem, bu amacı gerçekleştirmeyeceği gibi, kaosa neden olacaktır. Uygulandığı İsviçre'de bile, kadının sosyal, ekonomik, kültürel statüsü ülkemizden daha farklı olmasına rağmen, bir kısım sıkıntılara sebep olduğu ifade edilmektedir. Türk toplumunun aile yapısı, bu sisteme uzun süre uymakta zorluk çekecektir.

    6. Boşanma halinde, hakimin her iki eşin evlendikleri zaman, -mesela 30 yıl önce- sahip oldukları malların neler olduğunu tespit etmesi, tarafların da bu malların kime ait olduğu hususunu ispat etmeleri gerekmektedir. Örneğin babasının evinden bir kilogram altın getiren bir kadın, bunun ispatını 30 yıl sonra yapmak zorunda kalacaktır. Hal böyle olunca, evlenirken ispat konusu malların envanterinin çıkarılması, noter senedi ve benzeri belgeye bağlanması gerekecektir. Bu gerekliliği ülkemizde kaç aile başarabilecektir?

    7. Edinilmiş malların tespiti yapılırken, evlilik birliği içerisinde eşlerin mallarından diğer eşe yapılan destekler nasıl tespit edilecektir? Kadının ve erkeğin kişisel malları ayrı, edinilmiş malları ayrı. Bir eş, kişisel malından diğer eşin kişisel malına veya edinilmiş malına katkıda bulunmuş olursa, bu nasıl ayrılacaktır? İspatı nasıl yapılacak, bu malın hangi mal kümesine ait olduğu, edinilmesine, iyileştirilmesine ve korunmasına ne kadar katkısı olduğu nasıl tespit edilecektir? Denkleştirme işlemi bu zorluklar karşısında nasıl yapılacak, hakim bu konuları nasıl karara bağlayacaktır?

    8. Eşlerin kişisel veya edinilmiş malları var. Bunlar duvarlarla birbirinden ayrılmış olmayacağına göre, eğer borçlanma varsa, denkleştirme esnasında bu borcun hangi mal kümesine ait olduğunun tespiti mümkün olmayacaktır. İspat zorluğu haksızlıklara sebep olacaktır.

    9. Kişiler evlenirken, boşanma zamanını düşünmezler. Kişisel mallarını, tamamen birbirine katarlar. İlk başta düşünülmeyen boşanma, vuku bulduğunda, malların karışmış olmasından mağdur olacak olan eşin kadın olacağı kuvvetle muhtemeldir.

    10. Malların tasfiyesi, şirketlerin tasfiyesi gibi uzun zaman alacak, bu karmaşa yine de adil olarak sonuçlanmayacaktır. Malların tasfiyesi eğer 3 senede olacaksa, boşanan eşler, bu mallardan faydalanamayacak, işlerini takip edemeyecekleri gibi, denkleştirmeyi beklerken, mülkiyetlerinin göz göre göre yok olmasına katlanmak zorunda kalacaklardır.

    11. Mahkemelerin yoğun olan işleri artacak, boşanma ve mal rejimine ilişkin davalar, kadastro davaları gibi uzun zaman alacak, geç boşanma nedeni ile ailevi, hukuki ve sosyal bir takım mahzurlar ortaya çıkacaktır.

    12. Boşanma esnasında eş, edinilmiş malların yüzde 50'sini alıp gidecek, çocuklar kaç tane olursa olsun, bu oran etkilenmeyecektir. Sıfırdan başlamış bir memur, işçi, avukat, mühendis, doktor v.s. bütün varlığını evlenmeden sonra edinmiş ise, çocukları, ana ve babası ne kadar mağdur olursa olsun, boşanma ile servetinin yarısını eşine bırakmış olacaktır. Mirasçılar bu durumdan olumsuz etkilenecektir.

    13. Ölüm halinde, sağ kalan eş, edinilmiş malların yüzde 50'sini, diğer malların ise yüzde 12,5'unu; toplam yüzde 62,5'unu almış olacaktır. Eğer 5 çocuk varsa, her birine düşecek mal yüzde 7,5 olacaktır. Bu taksimatın adil olmadığı açıktır.

    14. Mirasın taksimi, boşanmadaki zorluklara ilaveten başka problemler de meydana getirecektir. Uzun sürecek davalar nedeni ile mirasçılar da perişan olacaktır. Bu düzenleme ile ailede yeni anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar meydana çıkacaktır.

    Netice olarak bu rejim, kadını güvence altına almak adına, toplumun temeline dinamit koyacak bir rejimdir. Bilim adamlarının karşı çıktığı, ittifak edemediği, sırf İsviçre'de uygulandığı savunmasıyla kabul ettirilmeye çalışılan bir rejimdir. Orada uygulanıyor diye, bizim de aynen iktibas etmemiz düşünülemez. Bu sistem, eşitliği sağlayacak bir düzen olmayıp, tüm dengeleri bozan bir sistemdir. Toplumu darmadağın edecek, Türk aile yapısını bozacak, eşler arasında asıl olan sevgi, saygı ve güveni yok edecek, kuşku ve tereddüde dayalı evlilikler yapılmasına neden olacaktır.

  8. "Velayeti eşler birlikte kullanırlar. Anlaşamazlarsa babanın reyi muteberdir." hükmü kaldırılmıştır. Demokratik toplumda her kurulun bir başkanı vardır. Eşitlik halinde bu başkanın reyi muteber olmaktadır. Ailede bir başkan olmadığı için anlaşmazlıklarda hakime gidilecektir. Çocuklar ana babasının sözünü dinlemekle yükümlüdürler. Dinlemezlerse hakime gidilecektir. Tedip hakkı kaldırıldığına göre, kararı hakim verecektir. Bu hükümler yazılı olarak güzel görünmektedir. Ama uygulamada büyük sıkıntılar doğacaktır. Her anlaşmazlık konusunda hakim karşısına taşınan ailede huzur, mutluluk ve saadet olmayacaktır.

    Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü Medeni Kanun Tasarısı'nın ilgili maddelerine muhalifim.

Kanun Tasarısının Geneli İle İlgili Karşı Oy Yazısı
Kanunun Dili

Türk Medeni Kanunu'nun gerekçesinde, "yenileştirilen kavram, deyimler ve terimler" başlığı altında, terk edilen kelimeler sıralanıyor. Rüşt yerine erginlik, tehdit yerine korkutma, hata yerine yanılma, teferruat yerine eklenti, teberru yerine karşılıksız kazandırma, taksim yerine paylaşma, istifa yerine çıkma, hile yerine aldatma vs kullanılacak.

İş, sadece terimlerle sınırlı kalmıyor. İmkân yerine olanak, şart yerine koşul, ihtimal yerine olasılık, istisnai yerine ayrık, tedbir yerine önlem, kâtip yerine yazman, aidat yerine ödenti gibi kelimeler de metinde yer alıyor. Türkçemize yerleşmiş tahsis kelimesi de bu dil katliamından payını almış; kanunda (Aile Hukuku ile ilgili bölümde) sık sık özgüleme sözcüğüne rastlıyoruz.

Anayasa dilinin kullanılacağı ifade edilmiş olmasına rağmen, bu hususa riayet edilmemiş ve bir çok yerde, yaşayan Türkçe yerine uydurma bir dil benimsenmiştir. Medeni Kanunun sadeleştirilmesi gerekiyordu ama, günümüzde rahatlıkla anlaşılan kavramlar dahi değiştirilmiştir. Hukuk terminolojisine yerleşen bir çok kelimeden vazgeçilmesi, ayrıca uygulamada da güçlükler yaratacaktır.

Türkçe bizim hem mazi ile bağımız, hem Türkiye hudutları dışında yaşayan diğer Türklerle irtibatımızı kuran bir kültür zinciri. Sözgelimi bizim dilimizden atmaya çalıştığımız kelimeler, bugün Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içindeki Uygur bölgesinde veyahut Azerbaycan'da kullanılmaktadır: Hâkimiyet, vilâyet, şehir, medeniyet, alâka, meselâ, hikâye, vazife, nihayet, selâmet, iktisadî, içtimaî, mektep, cemiyet, münasip, muhafaza, iradi, rehber, münevver vs gibi kelimeler, Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırlarını aşmış ve dış Türklerle aramızda bir kültür köprüsü kurmuştur.

Kelime düşmanlığı, -bilerek veya bilmeyerek- hem bu ortak bağı koparma, hem de bizi köksüz bir millet haline getirme çabalarının ürünüdür. Kelimeler canlı varlıklar gibidir. Onlar da doğarlar, halkın dilinde çeşitli ve farklı anlamlar kazanarak uzun yıllar yaşarlar ve günün birinde hayatiyetlerini kaybedebilirler. Dayatmayla, kelimeleri katlederseniz, o zaman fikir hayatını güdükleştirir, kültür birikimini berhava etmiş olursunuz.

Kelimeler yabancı kökten gelmiş olsalar bile, sesleriyle milli olurlar. Türkçe, tıpkı İngilizce gibi, bir imparatorluk dilidir. Fethedilen topraklardan çok sayıda kelime alınmış, ama bu kelimeler Türkçe'nin sesleriyle yoğrularak yeni manâlar kazanmıştır. "Meselâ Türk milleti, Acem dilindeki Came-şuy kelimesini almış çamaşır demiş. Guuşe kelimesini almış köşe demiş. Şüban kelimesini almış çoban demiş. Ceharşenbih, Çarşamba; Pencşenbih, Perşembe olmuş. Hatta Ceharşenbih'ten "Çarşamba Pazarı, Çarşambanın gelişi, Dokuz ayın son Çarşambası" gibi deyimler üretmiş. Arapça'dan Heva kelimesini almış, hava demiş; böylece kelimeye daha ferah ve engin bir ses ve manâ kazandırmış. Farsça'ya Yunanca'dan geçme Külbe kelimesi Türkçe'de kulübe, Bizanslıların Ayanicola'sı İnegöl, Adriyanapolis'i ise Edirne olmuş.

Çamaşır, köşe, çoban, Çarşamba, Perşembe, hava, kulübe, İnegöl, Edirne kelimeleri Türkçe'dir. Çünkü bu kelimelere bu sesi Türk milleti vermiştir."

Yukarıdaki cümleler Nihat Sami Banarlı'nın yıllar önce yazdığı "Türkçe'nin sırları" kitabından alınmıştır.

Görüldüğü gibi, tartışma bir türlü sona ermiyor.

Bir kelimeyi katlettiniz mi, onu, bütün farklı anlamlarıyla, mecazları ve deyimleriyle birlikte ortadan kaldırıyorsunuz.

"Hâkimin yerini yargıç alırsa, denize hâkim bir ev yerine, denize yargıç bir ev mi diyeceksiniz? "Manâ"yı terkedip "anlam" derseniz, "mânidar" yerine "anlamdar"ı mı kullanacaksınız? "Akıl", "us" olursa, "akıllı, uslu" deyimi, "uslu uslu" olarak mı değişecek? "Şartı" "koşul" yaparsanız, şart yerine koşul mu koşacaksınız?"

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Bundan neredeyse bir asır önce Mehmet Akif sadeleşme adı altında yürütülen tasfiyecilik gayretlerini şu şekilde tenkit ediyordu: "Bugün, İslâm gazetesinin başında bir takım makaleler görülüyor ki, Türkçe kelimelerin yanı başlarında Arapçaları olmasa, zavallı millet hiçbir şey anlayamayacak. Meclis yerine Kurultay, Mebus yerine yalvaç, âyan yerine aksakal, hal yerine idemük, can yerine bilmem ne! Doğrusu ben makale sahibinin iyi bir niyet beslediğinden emin olmasam, bu zât mutlaka lisanı tasfiye etmek isteyenlerle eğleniyor derdim. Evet, lisanın sadeleştirilmesi farzdır. Gazetelerde zâbıta olayları bile, öyle ağır bir lisanla yazılıyor ki, halk onu bir dua gibi dinliyor: "Mehmet beyin hanesine leylen, sürce-yab-ı duhul olan sarik, sekiz adet kaalice-i giran-baha firkat etmiştir." deyip de: "Mehmet beyin evine hırsız girmiş, sekiz kıymetli halı çalmış" dememek adeta maskaralıktır. Halkın anlayabileceği manâlar, onların kullandığı dille ifade edilmelidir."

Yeni Medeni Kanun'da mevcudun ağır lisanından kurtulalım derken, denge tutturulamamış, bu defa farklı bir uçta aşırılık sergilenmiştir.

Esbab-I Mucibe Lâyihası

Hükûmet, 17.2.1926'da İsviçre Medeni Kanunu'ndan alınan 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi'nin Esbab-ı Mucibe Lâyihası'nın bir bölümünü yeni metnin gerekçesine ilâve etmiştir.

Aslında ilk başta, dönemin Adalet Bakanı Esat Mahmut Bozkurt tarafından kaleme alınan bu lâyihanın tümü, Türk Medeni Kanunu'nun gerekçesine konulmuştu. Sonradan, itirazımız üzerine, bir kısmı metinden çıkarıldı. Esat Mahmut Bozkurt'un gerekçesinde, laiklik ilkesinin yanlış anlaşılmasından doğan din karşıtı ibarelere rastlamak mümkün:

    "Dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması, günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden biridir... Türk ulusunun kaderini, yüzyılın içinde bile, ortaçağ hükümlerine ve kanunlarına bağlamakta, dinin değişmez hükümlerinden esinlenen düzenlemelerin en güçlü etken olduğundan şüphe edilmemelidir... İsviçre, medeni kanununun yayınlanmasından önce, kantonların sayısı kadar kanuna sahipti. İsviçre, gelenek ve görenekleri içeren bu kanunların hepsini birden kaldırdı ve yerlerine bambaşka tek medeni kanun koydu. Bu, bütün yaşamı ölü geleneklere bağlamak isteyen tarihçi okulun sonu oldu... Kanunların amacı, herhangi bir gelenek, görenek veyahut yalnız vicdanla ilgili olması gereken dinsel hükümler değil, siyasal, toplumsal, ulusal birliğin, her neye mal olursa olsun güvencesi ve tatminidir... Din, devletin gözünde, vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir... Dini, dünyadan ayırmakla, yüzyılımızın devleti, ona, sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır... Türk ulusunun yüksek temsilcisi olan büyük Meclis'in uygun bulmasına ve onayına sunulan Türk Medeni Kanunu Tasarısı, yürürlüğe konulduğu gün, ulusumuz, 13 yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, uygarlığın içine girmiş olacaktır."

Pozivitist temele dayanan, her şeyi bilimle izah ederken, dini de, vicdanın içine hapsetmeye çalışan çağdışı bir ideolojinin, 21'inci yüzyılda ne işi var?

Din, Bozkurt'un iddialarının aksine, sadece bir vicdan işi değildir. Prof. Ali Fuat Başgil'in, "Din ve Laiklik" kitabında, bu husus, açıkça vurgulanıyor:

    "... Herhangi bir dini, dikkatle tahlil edersek, iki esaslı unsurdan mürekkep olduğunu görürüz. Biri iman, diğeri de amel. Dini, herhangi bir kanaatten ayıran hususiyetlerden biri, dindeki imanın, amele dayanması, muayyen bir hareket tarzı emreden, insanlara vazifeler yükleyen ve bununla haricileşen bir inanç olmasıdır. Din, evvelâ iman, sonra ameldir. Amel de, Allah'a ibadet, dine hizmet, insanî ilişkilerde hürmet ve ahlâklı davranmaktır.

    Bir dindar için mensup olduğu dinin akide ve esaslarını etrafa yaymak, bunları başkalarına duyurup, öğretmek, dinî vazifelerin en mukaddeslerindendir. Çünkü dindarın nazarında, bu akide ve esaslar birer hakikattır; bunları bilmeyen insan helâk ve hüsrandadır. Hakikatı göstermek, uçuruma kayan bir insanı tutup kurtarmak en büyük sevaptır.

    Demek din ve vicdan hürriyeti, serbestçe ibadet ve dua etme hakkını, dinini öğrenme ve öğretme, yayma, bu konuda yayınlar yapma imkânını da ihtiva eder."

Başgil'e göre, laik devlet, din hürriyetini ve dindarı her çeşit tecavüze karşı koruyan devlettir.

Prof. Mustafa Erdoğan, "Demokrasi, Laiklik ve Resmi İdeoloji" kitabında Başgil'den 40 yıl sonra, aynı konulara temas ediyor: "İslâmın, kamu hayatında ve siyasette görünürlük kazanması, hiç de şaşırtıcı değildir. Bu çerçevede, Kemalistlerin anlamadığı şey, İslâm'ın sırf bir inanç ve ibadet sisteminden ibaret olmadığıdır" diyor Erdoğan ve şöyle devam ediyor:

    "İslâm, aynı zamanda kişiler arası ilişkilerin her yönüne hâkim olan bir kültür ve kurumsal çerçevedir. Cumhuriyetin ilk on yıllarında, İslâm'ın Türkiye'nin siyasi hayatında görünmemesinin sebebi, sivil hayatta, kamu hayatında ve siyasette kendisini ifade etmesine izin verilmemesiydi. İktidar seçkinleri, İslâm'ı ve onun kültürünü Türkiye'de bir güç olmaktan çıkarmaya çalıştılar. Demokratikleşme, dindar - muhafazakâr kitlelerin, kendi taleplerini seslendirmeye başlamalarının ve siyasete katılmalarının yolunu açmıştır. Din, özel - bireysel alanda tutulabilir olmaktan çıktı, kamusal alanda yansımalar bulmaya başladı." (Demokrasi, Laiklik ve Resmi İdeoloji)

    CHP'nin 1947 tarihli kongresinde yaptığı tarife göre, "laiklik, yalnız din ile siyasetin arasında bir alâka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönüyle, din arasında münasebet kurulmamasıdır. Binaenaleyh laiklik, sosyal hayatın her yönünü, müsbet bilimin verilerine uydurmayı tazammum eder." (1947 tarihli kongre metni)

    "İslâm, sadece kamusal alandan değil, genelde toplumsal hayattan da uzaklaştırılmaya çalışılmış, bu tatbikat, din özgürlüğünün ve dinî ilhamlı sivil oluşumların baskı altında tutulması sonucunu doğurmuştur. Cumhuriyetin ilk döneminde, uzunca bir süre, dinî duyarlılığa dayanan sivil örgütlenmeye izin verilmemiştir." (Demokrasi, Laiklik ve Resmi İdeoloji - Mustafa Erdoğan)

İşte bu görüşten hareketle, Prof. Nilüfer Göle, Müslüman bir ülkede, modernleşmenin, Batı'dan farklı bir yol izlediğini anlatıyor:

    "Müslüman bir ülkedeki modernleşme, kültürel yapının, hayat tarzının, kimliğin batılılaşmasını öngören bir siyasi iradenin toplumu tepeden zorlamasını içerir. Kemalist reformlar, halkın gündelik biçimine, davranışlarına, gündelik anlayışlarına nüfuz etmeğe çalışmıştır. Modernleşmeyi, 'muasır medeniyet seviyesine ulaşma'nın bir aracı olarak gören Türk seçkinleri, bunu ancak, toplumu yerel - İslâmî kültürün boyunduruğundan kurtarmak suretiyle yapabileceklerini düşünmüşlerdir."

Bu sözleriyle Nilüfer Göle, Kemalist yaklaşımı tasvip etmiyor, sadece bir tesbit yapıyor.

Medeni Kanunu'nun lâyihasının, devrimin ilk günlerinin şartları içinde, militan bir laiklik anlayışı ile kaleme alındığı görülüyor. Çağdaş uygarlığa(!) (muasır medeniyete) ancak dini, sosyal, kültürel ve siyasi hayattan tamamen dışlayıp, vicdanlara hapsedersek ulaşabileceğimiz telkin ediliyor. Devletin, dini yönetip yönlendireceği peşinen kabul ediliyor. Din ve dindarlar devletten, devletin tahakkümünden korunacağına, ters bir laik anlayışı ile devlet sakınılıyor. Bozkurt'un lâyihasında, amacın "her neye mal olursa olsun, siyasal, toplumsal birlik -bir başka ifadeyle tek seslilik-" olduğu vurgulanıyor.

Kimlik ve kültür batılılaşacak; din bireyin özel dünyasına hapsedilecek. Bozkurt'un lâyihasında ifade ettiği görüş böyle.

Oysa laiklik, dinî kurallara dayanan zorunlu düzenlemeler yapılmasına engeldir. Buna mukabil dinden etkilenmiş bile olsa, vatandaşların tercih imkânlarını arttıran hükümler, laikliğe aykırı değildir. (Resmi nikâhın yanı sıra dinî nikâh kıyılabilmesi, faizsiz bankacılığın mevcudiyeti gibi)

Ama herkesi dinî nikâha zorlamak, din adına faizi yasaklamak laiklik ilkesine ters düşer.

Kanun hükümleri eski Adalet Bakanı Esat Mahmut Bozkurt'un iddiasının aksine, örf adetten de, dinden de esinlenebilir.

Bu konuda gene Prof. Mustafa Erdoğan'ın görüşlerine başvuralım:

    "Dünya işlerine karışmayan hiçbir din yoktur. Dinler, tanımları gereği, müminlerin bu dünyadaki davranış ve ilişkilerini düzenlemek iddiasındadır." (28 Şubat süreci - Yeni Türkiye Yayınları)

Adalet Komisyonu'nda, pozitivist dünya görüşünü yansıttığı ve çağımızın gerçeklerine uymadığı için Esat Mahmut Bozkurt'a ait gerekçenin metinden çıkarılması, Fazilet Partili milletvekilleri tarafından talep edildi. Ama çoğunluk, sadece bir kısmını çıkartmakla yetindi. Bu haliyle dahi, söz konusu gerekçe din karşıtı fikirler ihtiva etmektedir.

Vakıflar

Kanunda, vakıflara da kuşkuyla yaklaşılıyor; çeşitli sınırlamalar getiriliyor. Her şeyden önce vakfın da tıpkı dernekler gibi geçici olarak faaliyetten alıkonulması, öngörülüyor. Vakıfların sadece, Vakıflar Genel Müdürlüğü değil, Cumhuriyet Savcısı'nın başvurusu üzerine de, mahkeme kararıyla kapatılabileceği belirtiliyor.

Vakıf bir mal topluluğu olduğu için, malını vakfeden kişi istikrar görmek ister. Vakıfların müdahaleye açık hale getirilmesi, muğlâk ifadelerle kolay kapatılabilecekleri bir zemin yaratılması, vakıfların sürekliliği ve hukuki teminatına vurulan bir darbedir. Kanunun eski şeklinde, vakıflar, nitelikleri gözönüne alınarak, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün denetimi haricinde başka otoritelerin müdahalesinden korunmuştu:

    "Bu kanunda gösterilen yetkili merciler dışında, bir kişi veya kuruluşun vakfın idaresine doğrudan doğruya veya dolaylı olarak müdahale etmesi halinde, bu müdahaleye yer veren veya göz yuman idare edenler, işlerinden uzaklaştırılırlar."

79'uncu maddenin son fıkrasındaki bu hükümler, Medeni Kanun'dan çıkarılmıştır.

Ayrıca kanuna yanlış anlamalara ve istismarlara yol açabilecek bazı ibareler ilâve edilmiştir. Sözgelimi, 112'nci madde, "haklı sebepler varsa, mahkeme, vakfın yetkili organı veya denetim makamının istemi üzerine, vakfın örgütünü, yönetimini ve işleyişini değiştirir" demekte.

Burada, "örgüt" kelimesinin yerine oturmadığı hususunu bir kenara bıraksak dahi, muhteva itibariyle de vakıfları istikrarsızlığa sürükleyecek bir düzenleme ile karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. "Haklı sebeb" muğlâk bir ifadedir. Oysa eski metinde (madde 79) "Vakfın mallarını muhafaza ve gayesini idame imkânsız hale getirilmişse" deniliyordu. Ayrıca eski düzenlemede "örgütü değiştirmek" yerine "idare şeklini veya teşkilât yapısını değiştirir" cümlesi vardı.

Medeni Kanun, "Hukuka, ahlâka, milli birliğe, milli menfaatlere aykırı veya belli bir ırk ya da cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla vakıf kurulamayacağını" öngörmekteydi.

Yeni metinde "Cumhuriyetin anayasa ile belirlenen niteliklerine ve anayasanın temel ilkelerine aykırı" bir vakfın kurulamayacağı hususu da diğer unsurlara ilâve edildi.

Komisyon müzakereleri sırasında Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'e sorduk: "Cumhuriyetin niteliklerine aykırı vakıf kurulamaz ne demek? Hiç kimse ben şapka devrimi ile mücadele edeceğim veyahut laik cumhuriyeti yıkacağım diye vakıf zaten kurmaz. Öyleyse hangi teşebbüsler cumhuriyetin temel niteliklerine aykırı diye yorumlanacak? Meselâ, İmam Hatip Okulu talebeleri için yurt açmak veya burs vermek, cami yapımı için teşkilâtlanmak veyahut başörtülü kızların mücadelesini desteklemek amacıyla vakıf kurmak, cumhuriyetin temel niteliklerine aykırı mı sayılacak?"

Adalet Bakanı'na bir başka sorumuz da şöyle oldu: "Vakıflar cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla kurulamaz, derken neyi kastediyorsunuz? Cemaat, Lozan'da belirlenen azınlıklar mıdır? Yoksa hiçbir hukuki statüye dayanmayan ve halk diline öylesine yerleşmiş olan dinî cemaatler de bu kategoride mi mütalaâ edilecektir?"

Bakan, konunun hâkimin takdirinde olduğunu söyledi. Bir kanunun farklı yorumlara açık muğlâk ifadeler kullanmasına karşıyız.

Mal Rejimi

Türk Medeni Kanunu, aile reisliğini kaldırmak suretiyle, kadın-erkek eşitliğine doğru bir adım atıyor. Artık kadının erkekten farklı bir ikametgâhı bulunabileceği gibi, çocuğun velâyeti de sadece babanın üzerinde olmayacak. Hem kadın, hem de erkek beraberce aileyi temsil edecekler. Kadın erkeğin yardımcısı konumundan sıyrılıyor; evi geçindirme sorumluluğunu eşiyle paylaşıyor. Bu hususlarda komisyonun büyük çoğunluk ittifak sağladı.

Medeni Kanun'da en fazla tartışılan konulardan biri mal rejimiydi.

4 çeşit mal rejimi mevcut:

  1. Mal ayrılığı,
  2. Paylaşmalı mal ayrılığı,
  3. Edinilmiş mallara katılma,
  4. Mal ortaklığı.

Türkiye'de uzun yıllardır mal ayrılığı rejimi uygulanıyor. Eğer karı-koca arasında özel bir mukavele yoksa, eşlerin menkul ve gayrimenkulleri, boşanma halinde, kendi üzerlerinde kalıyor.

Böyle bir durum, genelde kadını mağdur ediyor. Zira erkek, para getiren bir işte çalışıyor; karısı ise ev işi yapıyor, çocuk bakıyor. Hatta köylerde, tarlayı süren, yükü taşıyan da kadın. Buna mukabil, çoğunlukla, her mal erkeğin üzerinde görünüyor.

Üstelik, boşanma kolaylaştırıldı. Kusura bağlı boşanmanın yanı sıra, evliliğin temelden sarsılması halinde, belirli bir süre beklendikten sonra, otomatik boşanma hakkı eşlere tanındı.

Boşanma kolaylaşırken, mağdur olan eşin, ekonomik bağımsızlığa kavuşturulması ihmal edilmişti.

İşte bu yüzden, İsviçre'de ve diğer bir çok ülkede uygulanan edinilen mallara katılma rejimine geçilmek istendi.

Aslında, ya mal ortaklığı, ya mal ayrılığı, ya da edinilen mallara katılma diye üç farklı tatbikat var dünyada. Paylaşmalı mal ayrılığı ise Türkiye'ye has bir rejim.

Edinilen mallara katılma rejiminde -evlilik sırasında-, ailenin edindiği mallar (fabrikadan araziye, evden arabaya ve bankadaki paraya kadar, menkul gayrimenkul her şey) boşanma veya ölüm halinde paylaşılıyor. Miras paylaşıma girmiyor. Ama mirastan elde edilen gelir taksim ediliyor.

Tasarıyı hazırlayan heyet, Türkiye'nin şartlarına uygun, farklı bir sistemi de öneri olarak getirmişti: Paylaşmalı mal ayrılığı rejimi.

Buna göre boşanma veyahut vefat durumunda, malların tümü değil, sadece ortak kullanılan kışlık ve yazlık ev, araba, bir de bankadaki, ailenin geleceğini teminat altına alan tasarruf paylaşılıyordu. Diğerleri, kim sahibiyse, onda kalıyordu.

Paylaşmalı mal ayrılığı, Türkiye'ye has bir sistem. Adalet Komisyonu'nda bu yüzden çoğunluk, paylaşmalı mal ayrılığı rejimini benimsedi.

Ama tekrir-i müzakere yoluyla gene edinilen malların katılımına dönüldü.

Çocuklardan ziyade, eşi ön planda tutan bu mal rejimini hakkaniyete aykırı buluyoruz.

Ölüm halinde bile, miras paylaşımından önce, sağ kalan eş, ortaya çıkan değerin yarısını alıyor; sonra miras hakkı olarak gene dörtte birini elde ediyor. Dörtte üç çocuklara kalıyor.

Edinilmiş mallara katılma rejiminde, artık değer paylaşılıyor.

Nedir artık değer?

Erkek kadının, kadın da erkeğin malının yarısını hak ettiği için, boşanma veyahut ölüm halinde, eşlerin evlilik sırasında elde ettikleri menkul ve gayrimenkul değerler birbirinden çıkarılıyor; artık değer bulunuyor. İşte bu artık değer ikiye bölünerek taksim ediliyor.

Tekrir-i müzakere yoluyla, "paylaşmalı mal ayrılığı"ndan, "edinilen mallara katılma" rejimine geçilirken, uygulamaya, kanunun yürürlük tarihinden itibaren başlanması kabul edildi. Gerekçe olarak "Edinilen mallara katılma rejiminin geriye dönük olarak tatbik edilmesinin kargaşa yaratacağı" belirtildi. Oysa paylaşmalı mal ayrılığı benimsenseydi, kolayca evliliğin ilk gününden itibaren uygulanabilecekti.

Paylaşmalı mal ayrılığı boşanma halinde, mağdur tarafı ortada bırakmıyor; ama edinilen mallara katılma rejimi gibi, evliliğin sona ermesi halinde, özellikle çocukların aleyhine işleyen bir uygulamaya da yol açmıyor. Üstelik tatbikatı çok daha basit. Fatura ve belge muhafaza etme alışkanlığı olmayan bir toplumun şartlarına daha uygun.

Paylaşmalı mal ayrılığı rejimi, yasal rejim haline gelseydi, hem Türkiye'nin şartlarının icabı yerine getirilecekti, hem de uygulama, kanunun yürürlük tarihinden itibaren değil, evliliğin ilk gününden başlayacaktı. Bu surette kadınlarımızın mağduriyeti de, hakkaniyet çerçevesinde önlenmiş olacaktı.

Adalet Komisyonu Başkanlığına
Muhalafet Şerhi

17 Şubat 1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanunu medenisinin değişen toplum ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamadığından bahisle hazırlanan Türk Medeni Kanun tasarısının incelenmesi neticesinde aşağıda arz ettiğim sebeplere yönelik anılan kanun tasarısına muhalifim.

  1. Öncelikle kanunun diliyle sadeleştirme amacıyla çok oynanmış, amaç aşılmış, tasarıya türedil (Yapay) kelimeler doldurulmuş. Vatandaşlarımızın kolayca anlayacağı türden ve kanunlarımızda devamlı kullanılan (Tahsis, aciz, vs.) gibi kelimeler yerine köksüz, anlaşılmaz, cılız kelimeler konulmuştur.

    Ana Kanunlarımızdan olan medeni kanunumuzun diliyle bu şekilde oynanmasını, güzel Türkçe'mize yapılmış bir haksızlık olarak görüp, değerlendiriyorum. Unutulmamalıdır ki dil;

    Bir milleti millet yapan en önemli unsurlardandır.

    Dilini koruyabilen, geliştirebilen, nesilden nesile intikalini sağlayan milletler, Büyük Millet olarak tarih sahnesinde kalabilmişlerdir. Kültürlerini en üst noktaya taşımışlardır. Bütün bunları yapamayan milletler ise tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Daha önce konuyla ilgili endişelerimi alt komisyon çalışmaları esnasında ifade etmiştim. Ancak komisyon çalışmalarında da konuyla ilgili endişelerim giderilmedi. Kısaca: Tasarının dilinin bu şekilde değiştirilmesi Türk Milletine ve Türkçe'ye bir hizmet değildir. Aksine nesiller arasında en güzel köprü olarak kabul ettiğimiz dil ile anlamsız bir biçimde oynanmış olduğu kanaatini taşıyorum.

  2. Keza tasarının 186. maddesiyle yapılmak istenilen değişikliği de Türk toplumunun temel çekirdeği olan Aileyi temelinden sarsacak anlaşmazlıklara sebep olabileceği endişesiyle katılmıyorum.

    Her ne kadar ilk bakışta kadın, erkek eşitliği hususunda atılmış önemli bir adım olarak, görülse de esasında korunmak istenilen değer ailenin birlik, beraberliği, intizamı, mutluluğu, sağlamlığı pekiştirme ise Türk Ailesi başsız, yöneticisiz bırakılmamalıdır.

    Ailenin, toplumda ki, toplumu meydana getiren temel çekirdek ve teşkilat olduğu unutulmamalıdır. Küçükte olsa her teşkilatın bir sorumlu idareciye ihtiyacı vardır. Ailenin içerde ve dışarıda menfaatlarını korumak, nizam ve intizamını sağlamak, kollamak için aile reisliği kavramını, kadın erkek ayrımı yapmadan korumamızın gerek Türk aile yapısı ve gerekse Türk kadını korumak ve haklarını çiğnetmemek için yapılabilecek en güzel hareket olduğu kanaatini taşıdığımdan, 186. maddeyle getirilmek istenilen düşüncenin faydadan çok zarar vereceği düşüncesindeyim.

  3. Tasarının 202. maddesiyle getirilmek istenilen değişikliği de düzeni bozucu, aileyi temelinden sarsıcı nitelikte görüyorum.

    Edinilmiş mallara katılma rejiminin yasal mal rejimi olarak kabul edilmesini, Türk ailesini bir şirket görüntüsü kazandıracağı, evlilik öncesi hazırlıkları bir şirket kurma, boşanmalarda şirket tasfiyesi halini alacağı, eşlerin, birbirinden mal kaçırması gibi gayri ahlaki ilişkilere tevessül edilebileceği mahsurlar karşısında evlenmelerin azalacağı, iktisadi amaçlı boşanmaların artacağı, gayri resmi ve gayri ahlaki yaşamaların çoğalacağı, büyük haksızlıklara sebebiyet vereceği endişesiyle getirilmesi düşünülen mal rejimini uygun bulmuyorum.

    Yukarıda sunulan hususlarla sınırlı olarak tasarıya kısmi muhalefet ettiğimi arz ederim.

Adalet Komisyonu Başkanlığına
Alt Komisyon Raporu

Komisyonumuzun 6.4.2000 tarihli 29 uncu Birleşiminde görüşülerek geneli üzerindeki görüşmeleri tamamlanan ve gerekçeleri uygun görülerek maddelerine geçilmesi kabul edilen, Türk Medenî Kanunu Tasarısı (1/611), Türk Medenî Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun Tasarısı (1/612) Türk Kanunu Medenîsinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı (1/425) ve Ankara Milletvekili Yücel Seçkiner’in; 743 sayılı Medenî Kanunun 170 inci Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun Teklifi (2/361), maddelerinin ayrıntılı bir biçimde incelenip değerlendirilmesi amacıyla, her siyasî parti grubundan bir üyenin katılımıyla oluşan 5 kişilik Alt Komisyona havale edilmiştir.

Demokratik Sol Parti Bursa Milletvekili Ali Arabacı, Milliyetçi Hareket Partisi Kahramanmaraş Milletvekili Edip Özbaş, Anavatan Partisi Kırklareli Milletvekili Cemal Özbilen, Fazilet Partisi Adıyaman Milletvekili Dengir Fırat ve Doğru Yol Partisi Kayseri Milletvekili Sevgi Esen’den oluşan alt komisyonumuz, Bursa Milletvekili Ali Arabacı’nın başkanlığında; 12.4.2000 ve 23.5.2000 tarihleri arasında yapılan ve her biri dört saat süren 11 toplantıda, Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’ün, Adalet Bakanlığı, Devlet Bakanlığı, Yargıtay Başkanlığı, Türkiye Barolar Birliği, Ankara Barosu Başkanlığı, ilgili kurum ve kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri temsilcileri ile sırasıyla Türk Medenî Kanunu Tasarısı Komisyonuna başkanlık eden Prof. Dr. Turgut Akıntürk ve Prof. Dr. Ahmet Kılıçoğlu’nun da katılmalarıyla, 1/611, 1/425 esas numaralı tasarılar ile 2/361 esas numaralı teklifi birleştirerek ve 1/611 esas numaralı Tasarıyı esas alarak inceleyip görüşmüştür.

Türk Hukuk devrimin temel taşlarının en büyüğü olan ve 70 yılı aşan bir süreden bu yana Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının toplum yaşamında uyması gereken ve çağdaş uygarlığın gereklerine uygun kuralları öngören 17.2.1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenîsinin hangi temellere oturduğunu ve İsviçre Medenî Kanunundan alınmasının nedenlerini etraflıca açıklayan “Esbabı Mucibe Lâyihası”nın tamamının, bu Tasarıya da aynen alınması Alt Komisyonumuzca uygun görülmüş ve alınmayan paragraflar genel gerekçenin “I-ŞEKLE VE İFADEYE İLİŞKİN YENİLİKLER” bölümüne kadar olan giriş kısmına ilave edilmiştir.

Komisyonumuzca yapılan çalışmalar sonunda, redaksiyona ve değişikliğe uğrayan maddeler sırasıyla aşağıda açıklanmıştır.

  • Tasarının 7, 166, 627, 687, 838 ve 881 inci maddelerindeki “her hangi” kelimeleri imla kurallarına uygun olarak “herhangi” şekilde düzeltilmiştir.

  • Tasarının 17 nci maddesinin birinci fıkrasındaki “aradaki doğum sayısıyla” ifadesi daha anlaşılır olması bakımından “hısımları birbirine bağlayan doğum sayısıyla” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 22 nci maddesinde redaksiyon yapılmış ve “yerleşim yeri” ibaresinin başına açıklık getirmek üzere “yeni” kelimesi ilave edilmiştir.

  • Tasarının 33 üncü maddesinin son fıkrasındaki “bir yıl” olan duyuru süresinin çok uzun olduğu, özellikle deprem sırasında birçok gaip kişi bulunduğu belirtilerek kısaltılması önerildiğinden bu süre “altı ay”a indirilmiştir.

  • Tasarının 40 ıncı maddesinin birinci fıkrasındaki “uzmanlardan oluşan bir resmî sağlık kurulu raporuyla” ibaresi rapor almanın zorlaştırılmasının uygun olacağı düşüncesiyle “bir eğitim hastanesinden alınacak resmî sağlık kurulu raporuyla” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 52 nci maddesinde ehliyetin tasfiye sırasında da devam edeceğinin vurgulanması amacıyla redaksiyon yapılmıştır.

  • Tasarının 53 üncü maddesindeki “ve” kelimesi “veya” olarak değiştirilmiştir.

  • Tasarının 64 üncü maddesinin ikinci fıkrasına yapılan ilave ile başvurusu, belirlenen süre içinde reddedilmeyen üyenin de deftere kaydedileceği hususuna açıklık getirilmiştir.

  • Tasarının 67 nci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarından, üyeleri sebep göstermeden dernekten çıkarma yetkisi tanıyan ifadeler üyelerin sadece tüzükte gösterilen veya haklı olan sebeplerle dernekten çıkarılmalarını temin bakımından metinden çıkarılmıştır.

  • Tasarının 76 ncı maddesinin ikinci fıkrası daha iyi anlaşılmasını temin etmek amacıyla yeniden düzenlenmiştir.

  • Tasarının 78 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki “oy hakkı” ibaresi “katılma hakkı” olarak değiştirilmiş ve üye çoğunluğunun salt çoğunluk olacağı hususuna açıklık getirilmiştir.

  • Tasarının 87 nci maddesinin birinci fıkrasının (3) numaralı bendinde yer alan “acze” kelimesi “güçsüzlüğe” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 91 inci maddesinin ikinci fıkrasına yapılan ilave ile Türkiye’de kurulan derneklerin, yurt dışında kurulmuş olan dernek veya kuruluşlara “üye” olarak katılabilecekleri hususuna açıklık getirilmiştir.

  • Tasarının 92 nci maddesine yapılan ilave ile yabancı derneklerin Türkiye’de faaliyette bulunabilme, şube açabilme, üst kuruluş kurabilme ve kurulmuş üst kuruluşlara katılabilmeleri “karşılıklı olmak” koşuluna bağlanmıştır.

  • Tasarının 101 inci maddesinin birinci fıkrasına yapılan ilave ile vakıfların yeterli mal ve hakları belirli, aynı zamanda “sürekli” bir amaca özgülemeleriyle oluştuğu hususuna açıklık getirilmiştir.

  • Tasarının 111 inci maddesinin birinci fıkrasına yapılan ilave ile vakıfların Vakıflar Genel Müdürlüğü yanında, üst kuruluşlarınca da denetleneceği ve vakıfların üst kuruluşlarca denetiminin özel kanun hükümlerine tâbi olacağı hükme bağlanmıştır.

  • Tasarının 113 üncü maddesinin üçüncü fıkrasındaki “yönetim organı” ibaresinin başına açıklık getirmek üzere “vakfın” kelimesi ilave edilmiştir.

  • Tasarının 115 inci maddesinin başında yer alan “İçişleri Bakanlığı” ibaresi doğrudan faaliyetten alıkoyma yetkisinin İçişleri Bakanlığına verilmesi yerine, bu konunun mahkemelere bırakılmasının daha uygun olacağı düşüncesiyle “Cumhuriyet savcısı İçişleri Bakanlığının başvurusu üzerine” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 117 nci maddesinin “Zilyetlik ve kazanma yasağı” olan başlığı “Diğer hükümler” şeklinde değiştirilmiş ve maddeye derneklerin uluslararası faaliyette bulunmalarına ve üst kuruluş kurmalarına ilişkin hükümlerin kıyas yoluyla vakıflar hakkında da uygulanacağı ve kamuya yararlı veya özel kanunlarla kurulan vakıflar hakkındaki özel hükümlerin saklı olduğuna ilişkin iki fıkra ilave edilmiştir.

  • Tasarının 122 nci maddesinin birinci fıkrasındaki “onlar gibi hareket edenlerin” ifadesi 120 nci maddesinin ikinci fıkrasına paralel olarak “onlar gibi davrananların” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 129 uncu maddesinin birinci fıkrasının (2) numaralı bendindeki “olsa bile” ibaresinden sonra “,” eklenmiş, (3) numaralı bendindeki “evlâtlığı” kelimesi “evlâtlığın” şeklinde düzeltilmiştir.

  • Tasarının 142 nci maddesinde yer alan “bildirir.” ifadesi, bu ifadenin tebliğ etmeyi çağrıştırdığı, bunun aslında açıklama olduğu düşünülerek “açıklar.” şeklinde değiştirilerek redaksiyon yapılmıştır.

  • Tasarının 143 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki “Evlenme töreni biter bitmez” ibaresinden sonra “,” konmuştur.

  • Tasarının 164 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki “Şu kadar ki” ibaresi “Ancak,” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 192 nci maddesine, eşlerden her birinin meslek ve iş seçiminde ve bunların yürütülmesinde diğer eşin ve ailenin onurunu göz önününde tutacağına ilişkin ikinci fıkra ilave edilmiştir.

  • Tasarının 205 inci maddesinin birinci fıkrasına yapılan ilave ile mal rejimi sözleşmesinin evlendirme memurluğuna, eşlerin birlikte yazılı beyanı şeklinde de yapılabilmesine imkân tanınmıştır.

  • Tasarının 235 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki “temlik edildiği” ibaresi “devredildiği” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 241 inci maddesinin ikinci fıkrasının sonunda yer alan “zamanaşımına uğrar” ibaresi bu sürenin hak düşürücü süre olması bakımından “düşer” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 248 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki “ödemek” kelimesi “vermek” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 253 üncü maddesinin birinci fıkrasına yapılan ilave ile malın maliki eşin diğer eşin payını “ödeme günündeki parasal değeriyle” ödeyebileceği hususuna açıklık getirilmiştir.

  • Tasarının 254 üncü maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarında ifade düzgünlüğünü sağlamak amacıyla redaksiyon yapılmıştır.

  • Tasarının 280 inci maddesinin başındaki “Bir eş” ibaresi “Eşlerden biri”, “yararının” kelimesi “menfaatinin” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 282 nci maddesine, kiralık anneler bakımından özel hüküm getirilmesine ilişkin Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin önerisi doğrultusunda son fıkra olarak “Özel kanun hükümleri” saklıdır.” fıkrası ilave edilmiştir.

  • Tasarının 289 uncu maddesinin “Dava açma süresi” olan madde başlığı, diğer maddelerdeki düzenlemelere paralel olarak “Hak düşürücü süreler” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 291 inci maddesinin ikinci fıkrasında, 289 uncu maddede olduğu gibi beş yıllık süre getirmek amacıyla “... bir yıl, her halde doğumdan başlayarak beş yıl içinde soybağının reddi davası açar.” şeklinde düzenleme yapılmıştır.

  • Tasarının 294 üncü maddesinin “İtiraz” olan madde başlığı, iptal davasını da vurgulamak amacıyla “İtiraz ve iptal” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 301 inci maddesinin üçüncü fıkrasının başında yer alan “Babalık davası,” ibaresinden sonra ihbarın mahkemece yapılacağı hususuna açıklık getirmek üzere “mahkemece” kelimesi eklenmiştir.

  • Tasarının 305 inci maddesinin birinci fıkrasındaki “iki” yıllık süre fazla bulunarak “bir” yıla indirilmiştir.

  • Tasarının 308 inci maddesinin son fıkrasındaki “rızasıyla” kelimesi “izniyle” olarak değiştirilmiştir.

  • Tasarının 314 üncü maddesinin ikinci fıkrasında yer alan ve evlâtlığın kendi ailesindeki mirasçılığının devam edeceğine ilişkin hüküm, Tasarının 500 üncü maddesinde üçüncü fıkra olarak yer almasının daha doğru olacağı düşünülerek metinden çıkarılmıştır.

  • Tasarının 319 uncu maddesinin “Süresi” olan başlığı bu sürenin hak düşürücü süre olduğu göz önüne alınarak “Hak düşürücü süre” şeklinde ve maddede geçen “altı ay” ve “iki yıl” olan süreler az bulunarak ve diğer maddelerde yapılan düzenlemeye paralel olarak “bir yıl” ve “beş yıl” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 320 nci maddesinin birinci fıkrası, küçüklerin evlât edinilmesine ilişkin aracılık faaliyetlerinin sadece Bakanlar Kurulunca yetki verilen kurum ve kuruluşlarca yapılmasını sağlamak amacıyla yeniden düzenlenmiştir.

  • Tasarının 326 ncı maddesinin son fıkrasının sonunda yer alan “uygulanamaz” kelimesi “kurulamaz” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 332 nci maddesinin ikinci fıkrasında ifade özgürlüğünü sağlamak amacıyla redaksiyon yapılmıştır.

  • Tasarının 335 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki “velâyeti altındadırlar” ibaresi kısıtlanan ergin çocukların velâyet altında kalmaya devam ettiğini vurgulamak amacıyla “velâyeti altında kalırlar” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 363 üncü maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “temlik ettikleri” ibaresi diğer maddelere paralel olarak “devrettikleri” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 381 inci maddesinin başlığında yer alan “ödemeden aciz” ibaresi “ödeme güçsüzlüğü” olarak değiştirilmiştir.

  • Tasarının 391 inci maddesinin birinci fıkrasındaki “temlik olunamaz” ibaresi “devrolunamaz” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 393 üncü maddesinin başlığı ile birinci fıkrasında yer alan “acze” kelimeleri “güçsüzlüğe”, son fıkradaki “aciz” kelimesi “ödeme güçsüzlüğü” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 406 ncı maddesindeki “tehlikesine yol açan” ibaresinden sonra gelen “veya” kelimesi “ve” şeklinde düzeltilmiştir.

  • Tasarının 446 ncı maddesinin birinci fıkrası ile 447 nci maddesinin ikinci fıkrasına vasinin denetimini sağlamak amacıyla “ve durumu derhal vesayet makamına bildirir” ibaresi eklenmiştir.

  • Tasarının 454 üncü maddesinin birinci fıkrasında ifade düzgünlüğünü sağlamak amacıyla redaksiyon yapılmıştır.

  • Tasarının 462 nci maddesinin birinci fıkrasının (10) numaralı bendinde yer alan “ödemeden aciz beyanı,” ibaresi “ödeme güçsüzlüğünün beyan edilmesi,” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 483 üncü maddesinin birinci fıkrasında yer alan “acze” kelimesi “güçsüzlüğe” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 495 inci maddesinin son fıkrasında, 496 ve 497 nci maddelerin ikinci fıkralarında yer alan “her tabakada” ibareleri gekersiz görülerek metinlerden çıkarılmıştır.

  • Tasarının 500 üncü maddesine, 314 üncü maddeden yerinin burası olması nedeniyle çıkarılan evlâtlığın kendi ailesindeki mirasçılığının da devam edeceğini içeren hüküm son fıkra olarak ilave edilmiştir.

  • Tasarının 509 uncu maddesindeki “temlik etmesi” kelimesi “devretmesi” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 513 üncü maddesinin başlığında ve fıkralarında yer alan “borç ödemeden aciz” ifadeleri “ödeme güçsüzlüğü” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 553 üncü maddesindeki “temliki” kelimesi “devri” olarak değiştirilmiştir.

  • Tasarının 562 nci maddesindeki “ödemeden aciz” ibaresi “ödeme güçsüzlüğü” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 565 inci maddesinin birinci fıkrasının (4) numaralı bendindeki “açık olan” ibaresi “açıkça anlaşılabilen” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 567 nci maddesinde yer alan “temlik ettiği” ibaresi “devrettiği” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 618 inci maddesinin birinci fıkrasının başında yer alan “Ödemeden aciz bir mirasbırakanın” ifadesi “Ödeme güçsüzlüğü içinde bulunduğu sırada ölen bir kimsenin” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 622 nci maddesinin birinci fıkrasındaki “alacakları ve borçları” ibaresi “alacaklar ve borçlar” olarak düzeltilmiştir.

  • Tasarının 639 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki “on yıl geçmesiyle” ibaresi “on yıl geçmekle” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 640 ıncı maddesinin son fıkrasında yer alan “ödemeden aciz” ibaresi “borç ödemede güçsüzlük”, 641 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki “ödemeden acze” ibaresi “ödemede güçsüzlüğe” ve 648 inci maddesindeki “ödemeden aciz” ibaresi “borç ödemede güçsüzlük” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 652 nci maddesinin madde başlığındaki “Konut” kelimesi açıklık getirmek üzere “Aile konutu” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 688 inci maddesinin son fıkrasında yer alan “temlik edilebilir” ibaresi “devredilebilir”, 696 ncı maddesinin son fıkrasındaki “temlik etmesi” ibaresi “devretmesi”, “temlik edilemeyen” ibaresi “devredilemeyen”, 703 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki “temliki” ibaresi “devri”, 732 nci maddesinin konu başlığındaki “Temlik” kelimesi “Devir” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 733 üncü maddesinin son fıkrasındaki ön alım hakkı için belirlenen “bir ay” ve “beş yıl” olan süreler, İsviçre Medenî Kanununda olduğu gibi “üç ay” ve “iki yıl” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 748 inci maddesinin birinci fıkrasındaki “sapan yolu,” ibaresi ne olduğu anlaşılamadığından metinden çıkarılmıştır.

  • Tasarının 767 nci maddesinin konu başlığı olan “İhraz” kelimesi “Sahiplenme” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 812 nci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında yer alan “muhafazası” kelimesi “korunması” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 817 nci maddesinin birinci fıkrasına ifade düzgünlüğünü sağlamak amacıyla “dönüştürülemeyeceği gibi” ifadesinden sonra “,” eklenmiştir.

  • Tasarının 822 nci maddesinin başlığındaki “Temlik” kelimesi “Devir” şeklinde değiştirilmiş ve maddedeki “temlik” kelimeleri çıkarılarak redaksiyon yapılmıştır.

  • Tasarının 837 nci maddesinin başlığı ile son fıkrasında yer alan “irtifakı” kelimeleri “hakkı” şeklinde, 838 inci maddesinin “Diğer irtifaklar” olan madde başlığı “Diğer irtifak hakları” olarak değiştirilmiştir.

  • Tasarının 843 üncü maddesinin son fıkrasındaki ifade düzgünlüğünü sağlamak amacıyla redaksiyon yapılmıştır.

  • Tasarının 868 inci maddesinin başlığında yer alan “temliki” kelimesi “devri”, madde metninde yer alan “temlik ederse” ibaresi “devrederse”, “temlik edilen” ibaresi “devredilen”, şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 870 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki “tescilde” kelimesi “sicilde” olarak değiştirilmiştir.

  • Tasarının 877 nci maddesinin konu başlığı ile madde metninde, 878 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan “ıslah” kelimeleri “iyileştirme” olarak değiştirilmiştir.

  • Tasarının 888 inci maddesinin başlığındaki ve birinci fıkrasındaki “temliki” kelimeleri “devri”, 889 uncu maddenin birinci fıkrasındaki “temlik edilmesi” ibaresi “devredilmesi”, 891 inci maddesinin başlığındaki “temliki” kelimesi “devri”, madde de geçen “temlikinin” kelimesi “devrinin”, “temlikin” kelimesi “devrin” olarak değiştirilmiştir.

  • Tasarının 893 üncü maddesinin (3) numaralı bendinde geçen “yüklenici” kelimesinin başına açıklık getirmek üzere “alt” kelimesi ilave edilmiştir.

  • Tasarının 902, 917 ve 924 üncü maddelerinin başlıklarında ve metinlerinde geçen “temlik” kelimeleri “devir” olarak değiştirilmiştir.

  • Tasarının 952 nci maddesinin başlığında ve metninde geçen “aciz” kelimeleri “güçsüzlük”, “acze” kelimesi “güçsüzlüğe” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 954 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki “devrine olanak bulunan” ibaresi “devredilebilen” şeklinde değiştirilmiştir.

  • Tasarının 977 nci maddesindeki “araçların” kelimesinden sonra “,” ilave edilmiştir.

  • Tasarının 992 nci maddesinin ikinci fıkrasının başında bulunan “Bununla birlikte” ibaresi “Ancak,” olarak değiştirilmiştir.

Tasarının diğer maddeleri, Bakanlar Kurulundan gelen şekli ile aynen kabul edilmiştir.

Raporumuz, Komisyon Başkanlığına saygı ile sunulur.

Adalet Komisyonu Alt Komisyon Başkanlığına
Muhalefet Şerhi

17 Şubat 1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenîsinin, değişen toplum ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamadığından bahisle hazırlanan Türk Medenî Kanunu Tasarısının, alt komisyonda incelenmesi neticesinde aşağıda arz ettiğim nedenlerle Kanun Tasarısına muhalifim.

  1. Yürürlükteki Türk Kanunu Medenîsinin metninin, ağır, ağdalı ve Türkçe olmayan kelimelerle dolu olmasını öne sürmek suretiyle tasarıyı hazırlayanlar, tasarı maddelerini arı, anlaşılabilir, mümkün olduğunca Türkçe kelimeleri seçerek hazırlamışlardır.

    Ancak; bu sadeleştirme yapılırken gerçekleştirilmek istenilen amaç çok aşılmış, Türkçe olmayan bazı kelimeler Tasarı metnine sokulmazken, buna karşılık yaşayan Türkçe’de yer almayan türedi (yapay) bazı kelimelere ısrarla yer verilmek suretiyle Tasarı metni mana bakımından fakirleştirilmiş, yürürlükteki bütün yasalarımızda aynı manayı ifade etmek için kullanılan sokaktaki hukuk tahsili almamış vatandaşlarımızın dahi kolayca anlayabileceği türden birçok kelime (misal; tahsis, aciz vs.) tasarı metnine ya yerleştirilmemiş veya metin incelenirken tasarı metninden çıkarılmış, yerine manayı tam olarak ifade edemeyen cılız, türedi kelimeler konmuştur.

    İncelenen Tasarı, ana kanunlarımızdan Türk Medenî Kanununu değiştirecek olan tasarıdır. Bu tasarıda kullanılacak dil arı bir Türkçe olmalıdır. Şu andaki kanun uygulayıcılarının, hukuk tahsili alan-almayan bütün insanlarımızın anlayabileceği, hatta bizden sonraki nesillerin de zorlanmadan okuyup, anlayıp, tatbik edebileceği bir dille yazılmalıdır ki, ana kanunumuz, aynı zamanda abide bir kanun olarak tarihte yerini almalı, Türk nesilleri arasında irtibatı sağlayacak, sağlamlaştıracak bir eser olacak şekilde tasarı metni ortaya çıkarılmalıdır.

    Unutulmamalıdır ki, dil; bir milleti millet yapan en önemli unsurdur. Dilini koruyabilen, geliştirebilen, nesilden nesile intikalini sağlayabilen milletler, büyük millet olarak tarih sahnesinde kalabilmişler, bütün bunları yapamamış milletler ise unutulup, silinmişlerdir.

    Yukarıda ifade edildiği gibi, tasarı maddelerinde yapay bazı kelimelerin kullanıldığı, bunun da madde muhteviyatını fakirleştirdiğini, bunun yanında dilimize yerleşmiş sade vatandaştan tutun, hukuk tahsili almış insanlarımıza kadar herkesin anlamakta zorluk çekmeyeceği kelimeler, Türkçe kökten gelmediği gerekçe gösterilmek suretiyle, tasarı metninden çıkarılmıştır. Maalesef bunlar arasında hukukî terim olarak dilimize yerleşmiş, birçok kanunumuzda şu anda kullanılan kelimeler, tasarı metnine ya hiç alınmamış veya metinden çıkarılmıştır.

    Böylelikle, tasarı metninde yapılmak istenen ile Türk Kanunu Medenîsi, Türkçeleştirilmiş olmamakla, nesiller arasında en güzel köprü olarak kabul ettiğimiz dil ve anlamsız bir biçimde oynanmış olduğu kanaatindeyim.

    Arz ettiğim sebeplerle; tasarı metninin üst komisyondaki incelemesinde, Türk Dili ve Edebiyatı konusunda uzmanlaşmış kişilerden oluşan bir heyete de vazife verilmesini, çalışmaların sağlığı açısından zarurî görmekteyim.

  2. Keza, değiştirilmek istenilen yürürlükteki kanunun 152 nci maddesine tekabül eden tasarının 186 ncı maddesiyle, evlilik birliğinin idaresi eşlere birlikte yüklenmektedir.

    Her ne kadar ilk bakışta kadın-erkek eşitliği hususunda atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilebilecek bu düşüncenin, toplumumuzun temel çekirdeği olan Türk aile yapısını temelinden sarsıp, çatırdatacağı aileyi bir kaosa sürükleyebileceğini göz ardı etmememiz lâzımdır.

    Getirilmek istenilen bu hüküm, birliğin yönetiminde çok başlılığa izin vermekte, vukuu melhuz müessif hadiselere, Türk aile yapısını açık hale getirmektedir.

    Ailenin, toplumdaki en küçük teşkilât olduğu unutulmamalıdır. Küçük de olsa, her teşkilâtın bir sorumlu idareciye ihtiyacı vardır. Ailenin de nizam ve intizamını sağlamak, aile bireylerinin değişik menfaatlarını içte ve dışta korumak, kollamak için aile reisliği kavramını, kadın-erkek ayrımını yapmadan korumamızın, gerek Türk aile yapısı, gerekse Türk kadınını korumak ve haklarını çiğnetmemek için yapılabilecek en güzel hareket olduğu kanaatını taşıdığımdan, 186 ncı maddeyle getirilmek istenilen düşüncenin faydalı olmadığı görüşündeyim.

  3. Tasarının 202 nci maddesiyle, evlilik birliğinden eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin uygulanması, asıl olarak kabul edilmiştir.

    Halen yürürlükte bulunan kanunumuzdaki mal ayrılığı sistemi yerine, bu rejimin kabul edilmesi, kutsal aile yapımızı, âdeta ve ticaret şirketine dönüştürecek ve evlilik öncesindeki hazırlıklar evlilikten ziyade, bir şirketleşme veya şirket kurma; boşanma ise, bir şirketin tasfiyesi şekline dönüşecek, eşlerin birbirinden mal kaçırması gibi gayri ahlakî tasarruflara sebebiyet verecektir.

    Bu durumlar eşler arasındaki güveni ortadan kaldıracak, her eş diğerini, devamlı takibe alma gibi uygunsuz hareketlere tevessül edebilecektir.

    Her ne kadar şu anda yürürlükteki kanunumuzun alındığı mehaz kanun olan İsviçre Medenî Kanununda düşünüldüğü gibi bir değişikliğe gidilmiş ise de, bu hüküm uygulanan ülkede büyük karışıklıklara yol açmıştır.

    Bizde de daha büyük meseleleri beraberinde getireceği fikir ve kanaatındayım.

    Bu konuda, diğer mal rejimi olan paylaştırmalı mal ayrılığı sisteminin, getirilmek istenilen sisteme göre daha iyi neticeler vereceği düşüncesindeyim.

  4. Ayrıca, tasarıda evlat edinmede mirasçılık durumunu düzenleyen, evlâtlığın aynen diğer çocuklar gibi mirasçı olmasıyla ilgili hükmü, evlât edinenler açısından, evlât edinmeyi zorlaştırıcı bir hüküm olarak görüyorum. Bu konuda evlât edinme esnasında, tarafların serbestçe mirasçılık durumunu kararlaştırabilmelerine öbür taraftan evlât edinenin de evlâtlığa mirasçı olabilmesine imkân tanıyan bir esnek düzenlemenin yapılmasının evlâtlık müessesesine işlerlik kazandırması bakımından elzem olduğu kanaatını taşıyorum.

    Yukarıda sunulan hususlarla sınırlı olarak, tasarıya kısmî muhalefet ettiğimi Alt Komisyon Başkanlığına gereği için arz ederim.

Alt Komisyonun Eklenmesini Önerdiği
Genel Gerekçe

Türk hukuk devriminin temel taşlarının en büyüğü olarak nitelendirilebilecek olan “Türk Kanunu Medenîsi”, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilmiş, 4 Nisan 1926 tarihli Resmî Gazetede yayımlanmış ve Borçlar Kanunu ile birlikte 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Türk Kanunu Medenîsinin ve onun yerini alacak olan yeni Türk Medenî Kanununun amacını ve işlevini iyice kavrayabilmek, özellikle Türk ulusu için arz ettiği önemi belirtmek üzere, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt imzasını taşıyan ve o günün diliyle ve mükemmel bir üslupla kaleme alınmış olan gerekçe yeni kuşakların anlayabileceği şekilde sadeleştirilmiş haliyle aşağıya alınmıştır.

    “Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin tedvin edilmiş ve Medenî Kanunu yoktur. Yalnız, sözleşmelerin küçük bir kısmına değinebilen Mecelle vardır. 1851 maddedir. 20 Nisan 1869 tarihinde yazılmaya başlanmış ve 16 Ağustos 1876 tarihinde tamamlanarak yürürlüğe konulmuştur. Denilebilir ki: Bu Kanunun günümüzün ihtiyaçlarına uyan ancak 300 maddesidir. Geriye kalanı ülkemizin ihtiyaçlarını ifade edemeyecek kadar ilkel bir takım kurallardan oluştuğundan uygulanamamaktadır. Mecelle’nin kuralı ve ana çizgileri dindir. Halbukî insanlık yaşamı, hergün hattâ her an esaslı değişikliklerle karşı karşıyadır. Bunun değişikliklerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nota çevresinde saptamak ve doldurmak mümkün değildir. Kanunları dine dayalı olan devletler kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez hükümler belirtirler. Yaşam yürür; ihtiyaçlar hızla değişir, din kanunları, kesinlikle ilerleyen yaşamın önünde biçimden ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu bakımdan dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden birisidir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar uygulanmakta oldukları toplumları indikleri ilkel dönemlere bağlarlar ve ilerlemeye engel bellibaşlı etken ve nedenler arasında bulunurlar. Türk ulusunun kaderini yüzyılımız içinde bile ortaçağ hükümleri ve kanunlarına bağlamakta, dinin değişmez hükümlerinden esinlenilen ve tanrısallıkla sürekli ilişki içinde bulunan kanunlarımızın en güçlü etken olduklarından şüphe edilmemelidir.

    Ulusal toplum yaşamının düzenleyicisi olan ve yalnız ondan esinlenilmesi gereken tedvin edilmiş bir medenî kanundan Türkiye Cumhuriyeti’nin yoksun kalması ne yüzyılımızın uygarlığının gerekleriyle ne de Türk devriminin hedeflediği anlam ve kavramla bağdaştırılabilir. Yüzyılımızın devletini ilkel siyasal kuruluşlardan ayıran niteliklerin birisi de toplumun kaderine uygulanan kanunların akılcı bir zihniyetle hazırlanıp tedvin edilerek konulmasıdır. Göçebe dönemlerde hükümler tedvin edilmiş değildir. Hâkim gelenek ve göreneklere dayanarak hüküm verir. Mecelle’nin anılan 300 maddesi bir yana bırakılmak koşulu ile Medenî Kanun içine giren sorunları çözmek için Türkiye Cumhuriyeti hâkimleri derme çatma eski hukuk kitaplarından ve din esaslarından çıkartılan bilgilerle yargı işini görmektedirler. Türk hâkimi hükümlerinde belli bir içtihat, bir söz ve bir esasla bağlı değildir. Bundan dolayı herhangi bir sorunu çözmek için Ülkemizin bir yerinde verilen bir hüküm ile aynı koşullar altında doğan aynı sorunda diğer biryerde verilen hükümler ekseriya birbirinden farklı ve çelişkili bulunmaktadır. Sonuç olarak Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, raslantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukukun kurallarına bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk adaletinin bu karışıklıktan, yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medenî Kanununun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorunlu kılmıştır. Bu amaçla hazırlanan Türk Medenî Kanunu, medenî kanunlar içinde en yeni, en eksiksiz ve halkçı olan İsviçre Medenî Kanunundan alınmıştır. Bu görevi Adalet Bakanlığı tarafından verilen direktifler içinde Ülkemizin seçkin uzman hukukçularından oluşan özel bir komisyon yerine getirmiştir.

    Yüzyılımızın uygarlık ailesine mensup olan ulusların ihtiyaçları arasında esaslı bir fark yoktur. Toplumsal ve ekonomik sürekli ilişkiler insanlığın büyük bir uygar bölümünü bir aile durumuna getirmiştir ve getirmektedir. İlkeleri yabancı bir ülkeden alınmış olan Türk Medenî Kanunu Tasarısının yürürlüğe konulmasından sonra yurdumuzun ihtiyaçları ile bağdaşmayacağı iddiası geçerli görülmemiştir. Özellikle İsviçre Devletinin çeşitli tarih ve geleneklere mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını içerdiği bilinmektedir. Bu kadar, hatta kültür bakımından bile birbirinden farklı bir ortamda uygulanma esnekliğini gösteren bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından aynı ırka sahip bir devlette uygulanma yeteneğini bulabilmesi kuşkusuz görülmüştür. Bundan başka, uygar bir ulusun gelişmiş, ileri bir kanunun Türkiye Cumhuriyetinde uygulama ortamı bulamayacağı düşüncesi sakat görülmüştür. Bu tez, Türk ulusunun uygarlık yeteneğine sahip bulunmadığını belirten bir mantık dizisine varılmasıyla sonuçlanabilir. Halbukî olayların gerçeği, durum ve tarih bu iddianın tamamen tersidir. Türk yenileşme tarihi tanık tutularak denilebilir ki: Türk ulusu yüzyılımızın gereklerine uygun olarak vücuda getirilen kabul edilebilir ve sağlam ve akıl ve zeka ile yoğrulmuş yeniliklerden hiçbirine karşı çıkmamıştır. Bütün bu yenileşme tarihimiz sürecinde kamunun yararı düşüncesiyle vücuda getirilen yeniliklerle yalnız çıkarları bozulmuş olan gruplar mücadele etmek durumunda kalmışlar ve halkı din adına, yanlış ve geçersiz inançlar adına kandırıp düzensizliğe sürüklemişlerdir. Unutmamak gerektir ki Türk ulusunun kararı çağdaş uygarlığı kayıtsız ve koşulsuz bütün ilkeleri ile kabul etmektir. Bunun en açık ve canlı kanıtı devrimimizin kendisidir. Çağdaş uygarlığın Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa bu Türk ulusunun beceri ve yeteneğindeki eksiklikten değil, onu gereksiz bir biçimde sarıp sarmalamış ortaçağ örgütü ve dinsel bazı düzenlemeler ve kurumlardandır.

    Gerçekten çağdaş uygarlıkla Mecelle hükümleri kuşkusuz bağdaşamaz. Fakat Mecelle ve buna benzer diğer düzenlemeler ve Türk yaşamının uyuşmadığı da açıktır. Adalet Bakanlığı en yeni ve en gelişmiş olan İsviçre Medenî Kanunu ulusumuzun şimdiye kadar bağlı kalan geniş zeka ve yeteneğini doyuracak ve ona gerçek bir yarış yeri ve alan olabilecek bir uygarlık yapıtı olarak görmektedir. Bu Kanunda ulusumuzun duygularına ters düşecek hiçbir nokta düşünmemektedir.

    Şu yanı da belirtmek gerektir ki: çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak kararında olan bir ulus için bu şarttır. Hazırlanan Tasarı bu gereklerin önemli bölümlerini içermektedir. Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası, insanlığın en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. Hiçbir uygar ulus böyle bir inanç çevresinde kalmamış ve yaşamın gereklerine uygun hareketle zaman zaman kendini bağlayan gelenek ve görenekleri yıkmakta duraklamamıştır. (Gerçekler karşısında babalardan ve atalardan gelen inançlara her ne olursa olsun bağlı kalmak akıl ve zeka gereklerinden değildir.) Aslında devrimler bu konuda en etkili bir araç olarak kullanılmışlardır. Alman Medenî Kanununun uygulanmasından önce Almanya, hukuksal hükümler noktasından merkezde Bizans’ın (1500) yıl önce yapılmış Roma hukukuna bağlı idi. Bu hukuka bir de ulusal hukukun ulusal ve yerel metinleri ekleniyordu. Doğuda ve kuzeyde Roma hukuku ve yerel metinlerle karışık bir durumda Prusya hukuku vardı. Geri kalan bölgelerde Fransa hukuku yürürlükte idi. Alman halkının % 33’ü Roma hukukuna, % 43’ü Prusya hukukuna, % 7’si Saksonya hukukuna, % 17’si Fransız hukukuna uyruk idi. Alman Medenî Kanununun uygulanmasından önce Alman hukuk dili Latince, Fransızca, Yunanca ve yerel Alman dillerinde idi. Bavyera’da yalnız evlenme sözleşmesi üzerinde yetmişten seksene kadar yöntem vardı. Hâkim için bu metinlerin hepsinden ayrı ayrı haber sahibi olmak imkânı yoktu. Alman Medenî Kanununun yayınlanmasından önce Almanya’da bir adamın herhangi bir olayda hangi hükümlere bağlı olacağını bilmesi imkânı bulunmuyordu. Almanya uzman hukukçuları bu binbir çeşit ve yüzlerce yıldan devrederek gelen hukuktan, medenî kanun ile ülkelerini bir adımda kurtardılar ve bütün Almanya için tek bir medenî kanun yaptılar.

    Kanun 3 Temmuz 1896’da yayınlandı ve Millet Meclisince toptan kabul edildi. Gelenek ve görenekçilere göre Alman Medenî Kanunu Tasarısı pek kuramsal ve uygulama noktasından değersiz sayıldı. Halbukî inceleme sonucunda bu Kanundan kendileri bile bir tek esası oynatmak imkânı göremediler.

    Fransız Medenî Kanunu da bir evrim ürünüdür. O da eski hükümleri, gelenek ve görenekleri çiğneyerek yeni ilkeler ve kurallar koydu. Sınıf ve arazi ayrıcalıklarının kaldırılması ve aile hukukunun kilisenin elinden alınması, bu kanunun belli başlı yeniliklerinden oldu. Medenî Kanunun yayınlanmasından önce Fransa yerel ve yazılı ve birbirinden çok farklı geleneklerle yönetiliyordu. Güneyde Roma zamanından kalan hükümler, kuzeyde cermen kaynaklarından gelen kurallar vardı. Fazla olarak her bölgenin kendisine özgü hükümleri bulunuyordu. Fransız ihtilalinin çürük ve bozuk inançlara ezici bir darbesi olan medenî kanun bütün eksiklikleri sildi ve yerine yeni hükümler ve kurallar koydu. Fransa Medenî Kanununun en çetin düşmanı kilise olmuştur. Çünkü bu kanun katolikliğin özel hukuk ilişkilerinde, özellikle aile hukukundaki egemenliğini ortadan kaldırıyordu.

    İsviçre, medenî kanununun yayınlanmasından önce kantonların sayısı kadar kanunlara sahipti. İsviçre Medenî Kanunu çeşitli gelenek ve görenekleri içeren bu kanunların hepsini birden hükümden kaldırdı ve yerlerine bambaşka tek bir medenî kanun koydu. Bu üç büyük hareket bütün yaşamı ölü geleneklere bağlamak isteyen tarihçi okulun son ve geri dönülmez bozgunu oldu. Bu örnekleri vermekten amaç, zamanın gereklerine ve uygarlığın zorunluluklarına göre ulusların gelenek ve göreneklerine bir adımda nasıl veda ettiklerini ve bu vedanın sanıldığı gibi zarar ve tehlikeyi değil, büyük çıkarları gerektirdiğini canlı bir biçimde göstermektedir. Yaşamın gereklerine uymayan gelenek ve göreneklerde isrardır ki, uluslar için felâkete neden olur. Bu saydığımız kanunlarda esas din ile devletin mutlak biçimde ayrılığıdır. İsviçre, Almanya, Fransa siyasal ve ulusal birliklerini, ekonomik, toplumsal kuruluş ve gelişmelerini medenî kanunlarını yayınlamakta sağlamlaştırmış ve desteklemişlerdir. Bu yaşamsal zorunluluklar karşısında eski geleneklerin, yerel ve alışılagelmiş hükümlerin ve dinsel alışkanlıkların sürmesi bu ülkelerin hiç birinde, hatta İsviçre gibi kamuoyunun en geniş biçimde egemen olduğu bir ülkede bile istenmemiş, istenememiş, hatırlara gelmemiştir.

    Kuşku yoktur ki, kanunların amacı herhangi bir gelenek ve görenek veya yalnız vicdanla ilgili olması gereken dinsel hükümler değil, siyasal, toplumsal, ulusal birliğin her neye mal olursa olsun güvencesi ve tatminidir. Yüzyılımız uygarlığına mensup devletlerin ilk ayırıcı nitelikleri din ile dünyayı ayrı görmektedir. Bunun tersi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarını baskı altına almak olur. Bunu yüzyılımızın devlet anlayışı kabul edemez. Din, devlet gözünde vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi tarihin akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerini tatmine aracı olması sonucunu getirmiştir. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır. Özellikle çeşitli dinlere mensup uyruklara sahip devletlerde tek bir kanunun bütün toplumda uygulanma yetkinliğini kazanabilmesi için bunun dinle ilişkisini kesmesi ulus egemenliği için de bir zorunluluktur. Çünkü kanunlar dine dayanırsa, vicdan özgürlüğünü kabul zorunluluğunda bulan devlete, çeşitli dinlere girmiş uyrukları için ayrı ayrı kanun yapmak gerekir. Bu durum yüzyılımız devletinde temel koşul olan siyasal, toplumsal, ulusal birliğe tamamen aykırıdır. Anımsatmak gerekir ki devlet yalnız uyrukları ile değil yabancılarla da ilişki içindedir. Bu durumda olanlar için kapitülasyon adı altında ayrı hükümler kabul etmek zorunluluğu doğar. Lozan Andlaşması ile kaldırılan kapitülasyonların ülkemizde sürmesi için yabancılar tarafından dile getirilen gerekçenin en önemli yönü bu nokta olmuştur. Bundan başka Fatih Sultan Mehmet döneminden son zamanlara kadar müslüman olmayan uyruklar hakkında uygulanan ayrı hükümlere de özellikle bu dinsel durum neden olmuştur. Halbukî yeni Türk Medenî Kanunu Tasarısının hazırlanması nedeni ile yurdumuzda mevcut azınlıklar, Lozan Andlaşmasının kendilerine kabul ettiği haklardan vazgeçtiklerini Adalet Bakanlığına bildirmişlerdir.

    Yenilenme tarihimizde değeri olan bir olayı şuracıkta belirtmek isteriz. Âli Paşa Fransız Medenî Kanununun Türkiye için aynen kabulünü vaktiyle Sultan Aziz’e önermiş, fakat Cevdet Paşa’nın karışmasıyla bu büyük girişim çıkmaza girmiş, yerine Mecelle konulmuştur. Zaten bütün kaygısı kişisel çıkarlarından başka bir şey olmayan ve ikiyüzlülüğü kendilerine yol tutmuş saltanat yönetimi için ulusun gerçek çıkarları gereğini dikkate alarak karar verilemezdi.

    Yüzyılımızın uygar uluslara tanıdığı bütün hukuku uygarlık dünyasından kayıtsız koşulsuz isterken, bu hukukun yerine getirilmesi gereken uygarlık görevlerini de Türk ulusu kendi eliyle kendisine yüklemiş bulunuyor. Bu Kanun tasarısının anlamlarından birisi de budur.

    Türk ulusunun yüksek temsilcisi olan büyük Meclis’in uygun bulmasına ve onayına sunulan Türk Medenî Kanunu Tasarısı yürürlüğe konulduğu gün ulusumuz onüç yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır.

    Adalet Bakanlığı bu Kanunu hazırlamakla devrim ve tarih önünde ulusal görevini yapmış ve Türk ulusunun gerçek çıkarlarını dile getirmiş olduğunda şüphe etmemektedir.”

İşte bu gerekçe ile kabul edilmiş olan Türk hukuk hayatında fevkalade önemli bir yeri ve işlevi olan Türk Kanunu Medenîsi -kısaca Medenî Kanun- yürürlükte bulunduğu 74 yıllık uygulama sürecinde, ilki 1938 yılında olmak üzere çeşitli tarihlerde pek çok değişiklikler geçirmiştir.

Canlı varlıkların, organizmaların zamanla yaşlanması ve beklenen performansı göstermekten yavaş yavaş uzaklaşması gibi, sosyal varlıklar olan kanunlar da zamanla yaşlanmakta ve günün ihtiyaçlarına gereği gibi cevap vermekte zorlanmaktadırlar. Bu sebepledir ki kanunların, özellikle Medenî Kanun, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu ve Usul Kanunları gibi temel kanunların belli bir süre geçtikten sonra baştan aşağıya yeniden gözden geçirilmesi ve yaşanan çağın ve gelişen teknolojinin ihtiyaçlarına cevap verebilir hale getirilmesi kaçınılmazdır. Nitekim son yıllarda Almanya’da ve İsviçre’de bu yola gidilmiş, Alman Medenî Kanununda (BGB) ve Medenî Kanunumuzun kaynağını oluşturan İsviçre Medenî Kanununda (ZGB) yapılan köklü değişikliklerle bazı kurumlar geliştirilerek en yeni sosyal görüşlere ve ihtiyaçlara cevap verebilir duruma getirilmişlerdir.

Türk Medenî Kanununun bu gelişmelerden uzak kalması düşünülemeyeceğinden, Adalet Bakanlığı, yürürlükteki Kanunu baştan sona gözden geçirmek ve günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir tasarı hazırlamak üzere bilim adamları ve uygulayıcılardan oluşan bir “Medenî Kanun Komisyonu”nun kurulmasına karar vermiştir.

Oluşturulan Medenî Kanun Komisyonu, dört yıl gibi oldukça uzun sayılabilecek bir sürede hazırladığı “Türk Medenî Kanunu Tasarısı”nda yürürlükteki Türk Kanunu Medenîsinin genel yapısını ve sistematiğinin bozulmamasına gayret göstermiş ve böylece de bazı küçük değişiklikler dışında mevcut yapı ve sistematik aynen korunmuştur.

Gerçekten Tasarı, aynen yürürlükteki Kanunda olduğu üzere, “Başlangıç” ile “Kişiler Hukuku” başlığını taşıyan Birinci Kitap, “Aile Hukuku” başlığını taşıyan İkinci Kitap, “Miras Hukuku” başlığını taşıyan Üçüncü Kitap ve “Eşya Hukuku” başlığını taşıyan Dördüncü Kitap olmak üzere dört kitaptan oluşmaktadır. Kitaplar “kısımlara”, kısımlar “bölümlere”, bölümler de “ayırımlara” ayrılmıştır. Kitapların olduğu gibi, bölümlerin ve ayırımların da başlıkları vardır. Ancak bölümlere numara verilirken yürürlükteki Kanundan farklı bir yol izlenmiştir. Yürürlükteki Kanun bölümlerin numaralarını her kısım içinde ayrı ayrı vermemiş, sonuna kadar devam ettirmiş, böylece de “yirmibeş” bölümden (Bab’tan) oluşmuştur. Oysa Tasarıda her kısıma ait bölümlere yeni baştan numara verilmiş, böylece o kısmın kaç bölümden oluştuğu belirtilmek istenmiştir. Örneğin Aile Hukuku Kitabının Birinci Kısmı olan “Evlilik Hukuku” dört bölümden oluşmuş, onu izleyen ve “Hısımlık” başlığını taşıyan İkinci Kısmın ilk bölümü “Beşinci Bölüm” şeklinde değil, fakat “Birinci Bölüm” olarak isimlendirilmiştir. Oysa aynı bölüm yürürlükteki Kanunda Yedinci Bab (Bölüm) olarak numaralandırılmıştır. Her kısmın ilk bölümünün baştan beri gelen numarayı izleyeceği yerde, tekrar birden başlayarak numaralandırılması, sistematiğe daha uygun görülmüştür. Böylece her kısma ait bölümler bir bütün olarak ele alınmış olmaktadır.

Alışılmış olması bakımından yürürlükteki Kanunun madde numaralarının aynen korunması, yeni maddelere a, b, c gibi harfler verilmesi düşünülmüş ise de, zorunluluk karşısında bu düşüncenin gerçekleştirilmesi maalesef mümkün olamamıştır. Böylece madde numaralarında da yürürlükteki Kanundan ayrılınmak zorunda kalınmıştır. Çünkü yürürlükteki Kanun 937 maddeden oluştuğu halde, Tasarı 1027 esas madde ile yürürlüğe ait 3 maddeden oluşmaktadır. Tasarıya eklenen yeni maddeler o kadar çoktur ki, neredeyse alfabenin harfleri bunları belirtmeye yetmeyecektir. Kaldı ki, yürürlükteki Kanunun pek çok maddesi Tasarıya alınmayarak yürürlükten kaldırıldığı için, metinde bir hayli boş madde kalmaktadır. Bu sakıncalar dikkate alınarak madde numaralarının yeni baştan birbirini izler biçimde düzenlenmesi yoluna gitmek zorunlu olmuştur.

Komisyonu bu yolu seçmeye yönelten bir diğer sebep de, Tasarının Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmesindeki yöntemle ilgilidir. Tasarı yürürlükteki Kanunun bazı maddelerinin değiştirilmesi, Kanuna bazı yeni maddeler eklenmesi şeklinde düzenlenecek olursa, Tasarının tamamının görüşülerek oylanması mümkün olmayacak, her madde tek tek görüşülerek oya sunulacaktır. Bu ise yapılacak çeşitli değişiklik önerileriyle Tasarının bütünlüğünü ve sistematiğini bozabilecektir.

Maddelerin konu ve kenar başlıkları yürürlükteki Kanunda olduğu gibi aynen korunmuştur. Ancak madde metinleri kaynak İşviçre Medenî Kanununa uydurulmak ve ifadeler günümüzde geçerli Türkçeye uygun şekilde arılaştırılmak suretiyle maddelerin daha kolay anlaşılır hale gelmesi sağlanmıştır.

Tasarı hazırlanırken Adalet Bakanlığının daha önce oluşturduğu komisyonlar tarafından hazırlanarak Bakanlıkça 1971 ve 1984 tarihlerinde yayımlanmış bulunan iki Öntasarı ile kaynak İsviçre Medenî Kanunu, Alman Medenî Kanunu, Fransız Medenî Kanunu ve kısmen de İtalyan Medenî Kanunundan yararlanılmıştır. Ayrıca gerek İsviçre gerek Türk doktrin ve yargı içtihatlarında ileri sürülen görüşler ile sayılan ülkelerdeki gelişmeler de gözden geçirilmiş ve bunlar olanak bulduğu ölçüde maddelere yansıtılmıştır. Böylece yürürlükteki Kanundan farklı pek çok yeni hükümleri içeren, özellikle kadın-erkek eşitliğine her alanda yer veren çağdaş bir Tasarı ortaya çıkarılmıştır.